Ortaçağ sanat ve kültürü skolastik felsefenin etkisi ve kontrolüyle gelişmiş bir kültürdür.
Altıncı yy da başladığı varsayılan Ortaçağ kültürü ancak 11. yy sonlarında olgunluğuna erişmiş. Avrupada farklı ırkların, farklı kültürlerin ortak bir Avrupa kültürü oluşturmak üzere , bir döküm potasında eriyip kaynaştığı bir kaos dönemidir bu yüz yıllar.
Bu potanın içinde;
- Antik dünyanın kültürel mirası
- Avrupadaki yeni ırkların beraberlerinde getirdikleri kendi kültürleri ve bu ırkların antik kültüre karşı gösterdikleri tepkisel tutum
- Avrupayı hızla saran ve giderek bu farklı kültürlerin birleştirici öğesi olan Hıristiyanlık kaynaşmaktaydı.
Bunlar Ortaçağ Avrupa kültürünün oluşmasındaki üç ana faktördür.
11. yy. da bu kaynaşma durulmuş, olgun Ortaçağ kültürü belirginleşmiş.12. ve 13. yy Ortaçağın tam kalbidir. Bu iki yüz yıllık dönemde ortaçağın en parlak ürünleri verilmiş.Gotik sanat akımı da bu dönemde kendini gösterir.
Ortaçağda sanatçının işinin içinde yaşadığı toplum tarafından beğenilmesinin, kabul görmesinin önkoşulu sanatçının toplumun bu beklentilerini karşılaması, toplumun değer yargılarıyla uyum içinde olmasıdır. Çağın bu özgün koşulları, dönemin felsefesi ve sanatı arasında oldukça yakın bir ilişki bulunduğu ve felsefenin belki de tarihin başka bir döneminde görülmeyecek bir biçimde sanatı etkilediği görülmektedir. Ancak Ortaçağ sanatının biçimlenmesinde feodal sosyo-ekonomik yapı, kentlerin ve kentsoylu orta sınıfların doğması, kilisenin politik niteliği, lonca sisteminin niteliği ve teknoloji de en az felsefe kadar etkin rol oynamıştır.
ROMANESK SANAT
Avrupada 9. yy dan başlayarak 12.yy ortalarına kadar etkinlik gösteren sanat akımına Romanesk dönem ve ya Roman sanatı denir.
Romanesk sanat deyince ilk akla gelen, Ortaçağ’ın büyük manastır yapılarıdır. Bunlar, yalnız dinsel değil, sosyal ve kültürel etkinlikleri de içeren yapı kompleksleridir. Romanesk kiliseler ise kalın taş duvarları, masif kuleleri ve heybetli görünümleriyle kimi zaman bir şatoyu anımsatırlar. Romanesk mimarlık üslubuna Avrupa’nın değişik yörelerinde rastlanır. Ama en tipik ve anıtsal örnekler daha çok Almanya, Fransa ve ıngiltere’de toplanmıştır.
Romanesk mimarinin en yaygın formu, çok nefli ve transeptli bazilikal formdur. Bu üsluptaki kiliselerde orta nef ile yan neflerin bağlantısı, 11. yüzyılda yapımına başlanan Speyer Katedrali’nde olduğu gibi masif ayaklara dayanan yuvarlak kemerlerle sağlanmıştır. Roma yapılarından alınan yarım daire biçimli yuvarlak kemer, Romanesk mimarinin en belirgin özelliklerinden biridir. Bu dönemde yapıların örtü biçimleri de değişmiştir. Erken dönemlerde kullanılan ahşap kirişli çatılar bu dönemde de kullanılmakla birlikte artık esas örtü biçimi, “tonoz” olmuştur. Yuvarlak kemerlerle dörtgen bölümlerin oluşturulduğu neflerin üzerini dilimli kubbeleri andıran çapraz tonozlar örtmektedir.
Bu dönemde mimarlık ön plandaydı, öteki sanat dalları ise onun zenginlik ve anlamını arttırmak için birbiriyle yarışıyorlardı. Örneğin, Romanesk heykel sanatı mimariden ayrı düşünülemez. 11. yüzyılda tamamlanan Poiters’deki Notre-Dame Kilisesi’nin cephesinde ayakta duran, oturan, bir konuyla ilgili olarak gruplaşan çok sayıda kabartma figür görülmektedir. Bu kabartmalar, yapının cephesini görkemli bir biçimde süslemekle kalmayıp, ona hareket, soluk alan bir canlılık da katmaktadırlar. Romanesk heykel, yalnız cephelerde değil, iç mekanda da mimari organlara bağlı olarak geniş yer tutar. ıçiçe geçmiş çok sayıda figürden oluşan sütun ve ayaklar, bunun en ilginç örnekleridir. Kimi sütun başlıkları da neredeyse birer heykele dönüşmüştür. Bu özelliği en iyi gösteren örneklerden biri de Chauvigny’deki Saint Pierre Kilisesi’nde bulunan sütun başlığıdır. Sanatçı, sütun başlığı gibi dar bir alana yargı gününde günahların tartılması konusunu ustalıkla sığdırmayı başarmıştır. Dönemin heykel ustaları yalnız yapı cephelerinde değil, alınlıklarda, silmelerde, tunç ve ahşap kapı kanatlarında da Tevrat ve ıncil’de anlatılan olayları ve kişileri betimlemekten geri durmamışlardır.
Heykel alanındaki bu açılıma karışlık, dönemin resim sanatında özellikle kitap resminde daha sıkı kalıplara, daha belirgin şemalara bağlı bir anlatıma tanık olunur. 1188 tarihli bir Kitap Resmi’nde (Welfenchronik, Weingarten Manastırı) İmparator Frederich Barbarossa ve oğulları Kral Henry ile Kont Frederich betimlenmiştir. ılk göze çarpan özellik, konuyla ilgili sahne düzenlemesinin statik bir soyut kalıp içine alınması, nakış ögelerinin de bu soyutluğu arttırmış olmasıdır. Romanesk duvar resimlerinde de aynı katı ve soyut anlatım kalıbı kullanılmıştır. Bugün Barselona’da Catalina Güzel Sanatlar Müzesi’nde bulunan 1123 tarihli bir Duvar Resmi’nde, Hiristiyan dünyasının tek hakimi anlamında betimlenmiş ısa fügürü, bu özelliği en iyi yansıtan örneklerden biridir.
GOTİK SANAT
Romanesk dönemi Ortaçağ’ın son büyük aşaması olan “Gotik dönem” izlemiştir. 12. yüzyıl ortalarında başlayan Gotik sanat, Rönesans dönemine kadar sürmüştür. Romanesk deyince akla manastır yapıları geliyordu, Gotik denildiğinde ilk akla gelen ise, sivri çatı ve kuleleriyle göğe doğru yükselen, dev boyutlu katedral yapılarıdır.
Paris yakınlarındaki St Denis manastırının küçük kilisenin koro yerinin 1137 – 1144 yılları arasında yeniden ele alınarak inşa edilmesiyle Gotik biçem doğmuş olur. Gotik sanat Paris ve çevresinde yerel bir gelişme gibi başlamış buradan Fransa ve Avrupa’nın tamamına yayılmıştır.
Gotik mimarlıkta kullanılan ve biçemin özelliklerini belirleyen tek tek elamanların hiç birisi gerçekte yeni bir buluş değildir. Sivri kemer, kaburgalı çapraz tonoz, payende ve uçan payandalar ,bütünün koro yerinin planları, portal düzenlemesi, nef duvarının düzenlenişi, gül pencere... Bu mimari öğelerin hepsi tek tek Romanesk dönemde kullanılmıştır. Ancak Gotik mimaride hepsi tek yapıda kullanılmıştır. Yeni olan bu motiflerin bambaşka bir estetik amaca yönelmiş bileşimidir. Gotik de bu nedenle yeni bir biçemdir. Tabi ki bu elemanlar Gotik mimara yapmak istediğini gerçekleştirebilmesi ve estetik amaca ulaşabilmesi için tüm olanakları sağlıyordu. Tonoz kaburgalarının taş tonozun örülmesine olanak sağlaması yapının örtüsünü hafifletiyor, çapraz tonoz ağırlığı dört noktaya odakladığından tüm örtü payelerle taşınabiliyor, böylece duvarlar taşıyıcı işlevini yitiriyorlar, taşıyıcı işlevi kalmayan duvarların yerini tiriforyumun üstünden itibaren vitrayların alması iç mekanın daha aydınlık olmasını sağlıyor, sivri kemerler hem hafiflemiş örtüyü olabildiğince yükseklere taşıyabiliyorlardı.
Gotik biçemden söz edilince genellikle akla gelen sanat dalı mimaridir. Diğer sanat dalları ya dolaysız olarak mimariye bağlıdır, ya da mimari ile kıyaslandığında ikincil bir öneme sahiptir.
Heykel neredeyse tamamen mimariye bağlı biçimde onun bir parçası olarak gelişmiştir.
Resim ise varlığını esas olarak elyazması kitapların süslemesinde ve yeni mimarlık anlayışının bir sonucu olarak oldukça gelişen vitraylarda sürdürmüştür. Geniş duvar yüzeylerinde renkli camlarla yapılan vitray, artık duvara açılmış ışık deliği değil, ışık geçiren saydam duvardır
alıntıdır:mimarsinan üni ders notları