Modern Türk Resminde Eski Sanatın İzleri - Zahir Güvemli
Avrupa'daki tarzda resim sanatının mazisi yüzyılı aşmadığı halde, örneklerini göreceğiniz bugünkü resmimize bize mahsus bir hava veren sebep nereden geliyor? Son elli yıl içinde yetişmiş yüzlerce ressam arasında üslup ve şahsiyet sahibi olanları dahi birbirine yaklaştıran, onlara "Türk" damgasını vurduran gizli sebep nedir? Kısaca, bunu Türk resminin en objektif örneklerinde bile azçok dekoratif bir karakter, süsleyici bir vasıf taşımasında buluyoruz. Böyle olması bizce bir zarurettir. Arabeskle karıştırılmaması icabeden o çizgi "sinuosité"si, sırf hacmi ifadelendirmek gayreti güdülmüş peyzajları dahi eski mücerret resim sanatımıza yönelen satıhçılığı, bir zamanlar güzel yazının şaheserlerini yaratmış bir cemiyetin mayasına giren, onu yoğuran görüş ve anlayışından doğması gayet tabiidir.
Geçen yüzyılın ikinci yarısında resmimiz dış gerçeğe adam akıllı bağlandı. Fakat bağlanan sadece teknikti. İcra imkanlarıydı. Kullanılan vasıtalar, yani boya, renk ve dış gerçeğe bakış tarzı değişmiş değildi. Bunun değişebilmesi için cemiyetin temelinin, dünya görüşünün değişmesi gerekiyordu. Bu ise, hâlâ tam manasiyle gerçekleşemediği içindir ki, bugünkü resmimiz, mazideki büyük sanatımızın şahsi izlerini taşımaktadır.
Bir an için imparatorluk devrimizin "tezhib" sanatına bakalım. Matbaanın tatbik edilmediği o devirlerde kitaplar el yazması olarak çoğaltılır ve sayfa kenarları, "kitabe" denilen süslerle işlenirdi. Bu süslerde kullanılan motifler dış gerçekten, tabiatten tecrit edilmiş çiçek, yaprak ve benzeri (sanavber, asma filizi v.s.) gibi şekillerdi. Yani sanatkar o zaman da tabiate bakıyordu ama, onu kendi plastik hüviyeti içinde idrak etmiyor, sadece onun bazı motiflerini ayırıp alıyor, o motiflerin de realitesini değil, bir unsurunu ikinci bir tecrit ameliyesine tabi tutarak süslemesinde kullanıyordu: çimenin yeşilini, servinin şeklini, gülün sadece münhanilerini, lalenin keza biçimini almakla yetiniyor, sonra bu tecrit ettiği unsurları kendisi yeni ve mücerret bir terkipte kullanıyordu. Binaenaleyh adı geçen tabiat unsurlarının maddi varlığı değil, mühim olan sadece şu veya bu vasfıydı. Çünkü her şeyden önce bir müslüman, belki de tasavvufa inanmış bir derviş olan o nakkaş için tabiatın gerçek bir değer ifade etmesine imkan yoktu. Gerçek tekti ve Tanrıydı. Her şey bir vehimden, hayalden, gölgeden ibaretti. Maddeye itibar edilmezdi. Madde, sadece Tanrı'nın şu veya bu vasfını haricileştirmek; aksettirmek için bir vesileden başka neydi ki? Müslümanların Tanrı'sı, bilindiği gibi mutlak bir vahdaniyetten ibarettir. Ne eski Yunan tanrıları gibi şahıslandırılabilir, ne de Hıristiyanlıkta olduğu gibi üç ayrı hüviyetten mürekkep bir bütündür. Tektir ve hiçbir "concret" tarafı yoktur. Her şeyin gayesi odur. Bu sebeple, Tanrıdan başka gerçek, realite, "mevcut" düşünülemez.
Bütün bir cemiyetin zihni bu şekilde işleyince, neden insanların yüzyıllar boyu kendilerini din uğruna feda ettikleri daha kolay anlaşılır. Asıl hayat, öteki dünyadaki ebedilikle, o ebedilik ise tamamiyle mücerret olduğundan dolayıdır ki, eski Türk sanatçısı, her şeyi "idée" halinde tasavvur etmeye alışmıştır. Mutlak güzellik ancak "idée"ye yükselmekle elde edilebilir. Bu ise, "abstraction"dan başka bir şey değildir. Ressam, tabiatı bozmakta, ondan sadece gerekli motifleri almakta hiçbir mahzur görmedikten başka, güzel bir şey yaratmak istediği zaman bunu zaruri sayar. Eski resmimizin dekoratif karakteri buradan geliyor ve bu, sadece resim sanatına mahsus bir hadise değildir.
Sizlere, Onaltıncı Yüzyılın en şöhretli şairi Baki'den birkaç beyit okuyacağım. Şair bu beyitlerde, bize bahar mevsiminin gelişini "allégorique" bir tarzda şöyle anlatır:
Başına bir nice per takınur altın telli-Hayl-i ezhara meğer zenbak olubdur serdar-Dikti leşkergeh-i ezhara sanavber tugun-Haymeler kurdu yine sahn-i çemende eşcar-Döşedi mihr-i felek yolları dibalar ile-Etti teşrif çemen mülküni sultan-i bahar-Mevsim-i rezm değildir dem-i bezm irdi deyu-Süsen'in hançerini tuttu serapa jengar
Aslı çok uzun olan bu manzumede şair güya baharı tasvir etmektedir. Lakin maksadı bize asrın debdebesine uygun bir töreni, padişahla ilgili bir eğlentiyi anlatmak. Demek, sosyal realite şiire bahar tasvirine sığınarak, dolayısiyle giriyor, doğrudan doğruya değil. Sonra şu bahar tasvirini bir inceleyelim: çiçekler, çiçeklerini kendilerini anlatmak için değil, "quantite" fikrini vermek için seçilmiş. Zanbak, bir çiçek değil, başına altın teller takmış bir serdardır. Yani burada zanbağın sarı cinsiyet organları alınmıştır sadece. Koza, sanavber'in şekli, çayırın "mesafe"si, ağaçların çadıra benzer "conique" biçimleri, susam çiçeğinin sarı organı ise pasa benzeyen rengi dolayısiyle zikredilmişlerdir. Baharı tasvir eder görünen bu şiirde Baki, bize realiteyi değil, tamamiyle kendi keyfine göre seçtiği birtakım tabiat unsurlarının, realiteden tecrit edilmiş şekillerini veya renklerini takdim ediyor. Bunları da, dekoratif bir maksatla kullanıyor. Bundan dolayıdır ki; şiir, tezhib, hat, teclit ve benzeri sanatlarda, eskiden, Avrupa'dakine benzer plastik değer aramak boştur. Gerek şiire, gerek resme "plasticite" veren unsurlar, renkte ahenk kanunları, perspektif ve üçüncü boyut gibi endişelerin hepsi eski sanatımızda bertaraf edilmiş, her şey mücerret fikir planına nakledilerek derinliğini kaybedip bir nevi satıh sanatı halini almış, bir hizaya yükselmişlerdir. Avrupa'daki manasiyle plastik sanatların cemiyetimize yerleşmesinde dinin koyduğu suret yasağından ziyade bu içtimai conception'un rolü daha büyüktür zannederim.
Yüzyıllarca bu şekilde işleyen aydın sanatkar zihni, yüzyılların mirası görüş ve anlayıştan bir silkinişte kurtulabilir miydi? İnsana adeta organik bir miras gibi, bir nevi uzvi beyin mekânizması halinde kalan bu düşünüşten, bu mücerrede yönelme fiilinden resim sanatımızın seksen yılda, elli yılda kurtulmasına imkan olmadıktan başka, yeni sanat cereyanları, yani Batı'da artık eskimiş, fakat bizde tazeliğini muhafaza eden yeni görüşler ressamlarımızın ekmeğine yağ sürmüş, Bugünkü Türk resmini daha kolaylıkla mücerret resim yoluna itmiştir. Eğer bugünün genç Türk ressamı, ışık ve gölge oyunlarına kapılmıyor, düz ve bakir satıhlarla, modelsiz resim yapmayı tercih ediyorsa, gözünü açtığı gündenberi etrafında, tarih abidelerinde gördüklerinin böyle olmasından o yolu tercih ediyor. Kendisinde bu zevk teşekkül ettiği içindir ki, Batı resminin asırlar sürmüş macerasını yaşamaksızın hatta "non-figüratif"e atlamayı tercih ediyor. Tarihi, edebiyat tarihi, zengin şiir mazisi, çocukluk çağlarından itibaren onu böyle düşünmeye zaten alıştırmış bulunuyor. İşte, naçiz kanaatime göre bugünkü Türk resmine şahsiyet ve karakterini veren sebep, aynı zamanda onu mazisine bağlayan bir düşünüş geleneğinin eseridir. Eğer genç ressam, Batıdaki büyük ustaları incelemek fırsatını bulursa, sanatın değişmez kanunlarını, "méiter" bilgisini öğreniyor. Ama yaptığı tablonun kendi malı olması, adeta bir nevi tarihi ve sosyal determinizm neticesi, onun kaçınılmaz kaderi ve mazhariyetidir. Genç Türk sanatkarından, atalarının yolunda, fakat modern anlayışla eserler vermesini, bu yolda başarıya ulaşmanın kendisi için avantajlarını bilerek temenni ediyoruz.
Modern Türk Resminde Eski Sanatın İzleri, Yeditepe (On beş günlük fikir ve sanat gazetesi), 1 Eylül 1954, S. 68, s. 1-3