Gönderen Konu: Max Beckmann (1884-1950)  (Okunma sayısı 7931 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı aslîgibi

  • aslî
  • Yönetim K.Ü
  • Uzman
  • *
  • İleti: 2.304
  • Karizma Puanı: 993
    • asligibi
Max Beckmann (1884-1950)
« : 14 Haziran 2008, 10:06:29 »


Yapıtlarında yaşama şiddetini ön plana çıkardı. Weimar Akademisi’nde (1900-1903) ve Berlin’de öğrenim gördü. 1907’ de Berlin’e yerleşti. Norveçli ressam Edvard Munch’la tanışınca onun kötümser dışavurumculuğunun etkisi altında çalışmaya başladı.1914-15 yıllarında ilkyardım görevlisi olarak katıldığı Birinci Dünya Savaşı, resmindeki kötümserliği pekiştirdi. Sağlam yapılı, aşırı duygusal olmayan Ekspresyonist resimleri , 1921’lerden sonra yapmaya başladı. Frankfurt’ta Stadel Sanat Okulu’nda öğretmenlik yaparken, yapıtlarını kendi ideolojilerine aykırı bulunan Naziler tarafından istifaya zorlandı. 1937’de Hollanda’ya kaçtı; 1947’de ABD’ ne gitti. Üç yıl kadar Washington Üniversitesi’nde çalıştıktan sonra New York’a yerleşti. Yağlıboya tabloların yanı sıra özgün baskılar da gerçekleştirdi. 1950 Venedik Bienalinde büyük ödül aldı.

Faruk Ulay

Ölümünden sonra adı sanat ansiklopedilerinin sayfalarında, yapıtları müzelerin duvarlarında unutulmuş bir sanatçının sergisi açıldı geçen ay Los Angeles’ta. İki Dünya Savaşı arasına rastlayan yıllarda modern resmin Picasso’yla birlikte en önemli iki temsilcisinden biri sayılan Max Beckmann’ın dışavurumculuk, fütürizm, gerçeküstücülük gibi o dönemin geçerli olan akımlarını dışlayarak özgün bir biçem geliştirmesi kendisini 20. yüzyıl resminin sınıflandırılamayan sanatçıları arasına sokmuştu. Bauhaus’un mekanik niteliklerini taşımıyordu. Die Brücke (Köprü), Der Blaue Reiter (Mavi Binici) gibi dışavurumcuların oluşturdukları gruplarla sergi açmasına, yapıtları arasında teknik açıdan benzerlikler olmasına karşın Beckmann’ı bir dışavurumcudan çok toplumsal yergiye ağırlık veren Neue Sachlichkeit (Yeni Yansızlık) sanatçılarıyla karşılaştırabiliriz.

Delacroix ve Géricault destansı romantizminden, Picasso’nun kübist parçalamalarından, Cezanne ve Van Gogh’un izlenimcilik sonrası eğilimlerinden etkilenerek avant-garde Alman sanatçılarının izlediği akımların-dışında bir yol aradı. Schopenhauer ve Nietzche’nin düşünceleri yanı sıra eski düşünsel ve teolojik kaynaklardan yararlanarak geliştirdiği sanat kuramını kişisel mitleri de kullanarak görselleştirdi. Sanat yaşamının ilk yıllarında boyadığı peyzaj ve portreler, dinsel ve mitolojik konular yerlerini yavaş yavaş yaşamın düzensizliğini, insanın- yalnızlığını ve aşağılanmasını, umutsuzluğu ve üzüntüyü anlatan görüntülere bıraktı.

Max Beckmann 1914 yılına kadar “Titaniğin Batışı”, “Messina Depremi”, “Sel” gibi yapıtlarında toplu ölümlere neden olan karayıkımları görüntülemekle birlikte, “Bireyin, yaşadığı düzensiz dünyada anlamını bir türlü çözemediği ve engelleyemediği dış etkenler tarafından yok oluşu”nu soyut bir kavram olarak ele alıyordu. Bu soyut yokoluş Birinci Dünya Savaşı’nda nesnel olarak büyük boyutlarda gerçekleşince Max Beckmann’ın sanatında yeni bir dönem başladı


Savaş ve sanatçılar
Alman sanatçılar savaşı, zayıflamış kültürü yenileyecek, toplumu. duygularını yüceltecek eşi bulunmaz bir olay olarak gördüler. Max Liebermann, Lovis Corinth, Ernst Barlach, Oskar Kokoscha, Franz Marc, Augst Macke, George Grosa, Otto Dix’le birlikte Max Beckmann da gönüllü olarak askere yazıldı. Kunst und Künstler dergisinin editörü Karl Scheffler 1914 Ağustos’unda yayınladığı yazıda sanatçıların görüşlerini şöyle özetliyordu: “...Savaş yetenekli sanatçılar için bir okul olmalıdır... Çatışmalarla yıkılmış doğanın resimsel zenginliği ve savaşın korkutucu güzelliği savaşan sanatçıları büyüleyecektir... Savaşın sanatımıza önemli bir katkıda bulunacağı kesindir.”

Max Beckmann’ın orduya katılmasının bir başka nedeni daha vardı; çoğunlukla gazete haberlerine dayanarak yaptığı, karayıkımları konu alan yapıtları, örneğin 1913 yılında sergilenen “Titaniğin Batışı” bu denli büyük bir kazanın dehşetini yeterince yansıtamadığı gerekçesiyle olumsuz eleştiriler alınca, savaşa katılarak kazanacağı deneyimlerin ölümün korkunçluğunu daha etkili bir biçimde anlatmaya yararı olacağını düşündü. Sağlık görevlisi olarak gittiği Batı Prusya’dan karısı Minna’ya yazdığı ilk mektuptaki izlenimlerine bakılırsa savaş Beckmann’ın beklentilerini karşılıksız bırakmamıştır: “Dışarıda savaşın olağanüstu heybetli gürültüsü var. Cepheden dönmüş yorgun ve yaralı askerlerin arasında yürürken garip, soylu bir müzik duydum. Sanki burada top sesleri yankılanırken sonsuzluğun kapıları parçalanarak açılmış gibi... Bu sesi boyamak isterdim.”

Ne var ki, 1914 Aralık’ında Belçika cephesine gönderildikten  sonra yazdığı mektuplarda, gözlemlerini daha gerçekçi, daha karamsar olarak anlatmaya başladı: “Dün el bombalarıyla tahrip edilmiş eski bir mezarlığa rastladık. Mezarlar açılmış, tabutlar çevreye dağılmışlardı... Kemikler,saçlar, parçalanmış tabutlardan dışarı çıkmışlardı.” 1915 Mayıs’ında, belki yirminci kez dünyanın sonuyla ilgili karabasanlar gördüğünden söz ediyordu. Gitgide büyüyen huzursuzluğu bir sinir kriziyle sonlandı. Bu arada Franz Marc Verdün çatışmasında, August Macke Fransa’da öldü, George Grosz emirlere karşı geldiği için askeri mahkemede yargılanarak ölüm cezasına çarptırıldı, karar daha sonra iptal edildi.

Beckmann, mektuplarının kitap olarak yayınlandığı ay terhis edildi ve Frankfurt’a gelerek Weimar Sanat Akademisi’nde tanıdığı ressam Ugi Battenberg’in evine yerleşti. Yazar Stephan Lackner sanatçının Frankfurt’taki ilk yedi yılını “Max Beckmann’ın yaşamında yedi ürünsüz yıl” olarak görür. Bu süre için de Max Beckmann savaş öncesinde kullandığı izlenimci biçemi bir yana bıraktı, sert çizgiler, geniş renk lekeleri ve güçlü fırça vuruşları gibi Dışavurumcu sanatçıların kullandıklarıyla benzeşen bir teknikle az sayıda yağlıboya tablo tamamladı. Çalışmaları daha çok tahta ve çinko baskılar üzerinde yoğunlaştı. Sayısı iki yüzü aşan bu siyah/beyaz grafik çalışmalarının konusunu savaşın bitiminden sonra ortaya çıkan ekonomik bunalım ve politik olaylar oluşturdu.

1917 Kasım’ında sergilediği bu yapıtlarla Max Beckmann sanat dünyasında yeniden tartışma konusu oldu. Wilhelm Fraenger sanatçıyı “Zamanımızın Hogart’ı” olarak tanımladı. William Hogart, kent yaşamının yalnızlığını ve bozukluğunu resimleyen ilk Avrupalı sanatçıydı.

Beckmann gibi, insanların gerçek kişiliklerini eylemleriyle ortaya çıkardığına inanıyor, sosyal açıdan güçsüz insanın ezilişini resimliyordu. Her iki sanatçının aynı konuları işlemesine karşın Hogart’ın sosyal eleştirileri daha çok bir taşlama, iyimser bir yergi olarak kalırken Beckmann saldırgan bir tavırla yapıyordu eleştirilerini.




Beckmann’ın Aile  Tablosu, ilk bakışta bilinen tiplerin klasik bir düzenlenmesine dayanarak, çağdaş bir yorum getiren dingin ve yalın bir resimdir. Ancak r içerdiği gerilimin farkına vardığımız zaman, nasıl bir anlatımcı teknik kullanıldığını görürüz. Resimdeki altı kişi, fazla abartılmadan çarpıtılmıştır. Renklerde belli bir acılık vardır. Resme asıl sessiz çarpıcılığını

veren sahneleniştir. Döşeme, duvarlar ve tavan resimdeki kişiler, onların hareketleri ve öbür eşyanın rahat edemeyeceği bir sıkışıklık yaratırlar. Her şey tehlikeli bir biçimde yerinden oynamış, belirsizlik içinde bir yana yatmış gibidir. Oyuncular ne kadar aldırışsız görünseler de, bu durumun tehlikesiyle yüzyüzedirler. Kendilerini bekle yen fiziksel bozgun, ruhsal düzeyde gerçekleşmiştir bile. Hepsinin birbirine yabancılaştığını ve soluk soluğa olduklarını görürüz. Norbert Lynton, Modern Sanatın Öyküsü, Remzi Kitabevi.




Sanatının En Yüksek Noktası
1923 yılı sonunda Almanya ekonomik bunalımı atlatırken Beckmann da geleneksel mitolojik konuları yeniden keşfederek yağlıboya çalışmalarına ağırlık. verdi. l925’de ikinci kez evlendi, aynı yıl Srüdel Sanat Akademisi’ne profesör olarak atandı. Yapıtları müzelerin koleksiyonlarına alındı, Berlin, Basel, Brüksel, Paris ve New York’ta retrospektif sergiler düzenlendi. Rembrandt’tan sonra en çok kendi portresini yapan sanatçı olan Max Beckmann 1927 yılın da tamamladığı “Smokinli Oto portre’ ‘de kendini savaştan sonra ilk kez sorunların altında ezilmeyen, güvenli, güçlü bir insan olarak görür. 1925-1932 yılları arasında yaptığı çalışmalar “Smokinli Otoportre”de olduğu gibi normal, başarılı bir yaşamın ölçülü görüntülerinden oluşur.

Max Beckmann’ın sanatı en yüksek noktasına l932’de başlayıp l935’de tamamladığı “Ayrılış” la ulaştı. Yapıt mitolojik özellikler taşımakla birlikte savaşın korkunçluğunu bir kez daha vurguluyor, çarpık kent yaşamının ortaya çıkardığı cinsel sorunları konu ediniyordu. Orta kanatta yer alan beş balıkçı figür böylesine çarpık bir kültürün oluşturduğu toplumda yaşamak yerine sonsuz maviliğe doğru yelken açmayı seçmişlerdi. Sonra ki yıllarda mitolojiden esinlenerek yaptığı typtich’lerinden (Üç kanatlı resim) ilki olan bu yapıt Nazilerin yarattığı politik karışıklığa karşı yapılmış korkusuz bir eleştiri olarak kabul edildi ve o dönemin üzerinde en çok konuşulan sanat eseri oldu.


10 Ocak l933’de Hitler’in yönetimi devralmasından sonra Max Beckmann’ın yaşamında yeni bir huzursuz dönem başladı. Stadel Akademisi’nde görevine son verildi, karısı Quappi’ yle birlikte Frankfurt’tan ayrılarak hiç sevmediği Berlin’e yerleşmek zorunda kaldı. Yeni çalışmalarının sergilenmesine izin verilmediği gibi müzelerin koleksiyonlarında bulunan yapıtları da toplatıldı. Tarih boyunca sanatçılar hiçbir zaman Hitler rejiminde olduğu kadar aşağılanmamıştı. Düşünceleri ideolojileriyle ters düşen sanatçıların çalışmalarını engellemek için akıl almadık yollara başvurdular.

1937 yılında Alman Sanatı Müzesi’nin açılış töreninde bir konuşma yapan Hitler normal gözün algılayamayacağı renkle na kullanılmasını yasakladı. Bu yasaya karşı çıkanlar ya dolandırıcılık suçuyla yargılanacak ya da kısırlaştırılarak çocuk yapma sı engellenecek böylece yeni yetişen kuşağın saflığı korunacaktı. Max Beckmann’ın da araların da bulunduğu 112 sanatçının l7.000’den fazla eseri “Yozlaşmış Sanat sergisinde halka gösterildi, sergi kapandıktan sonra eserler açık artırmaya çıkarıldı, satılmayanların tümü yakıldı. “Yozlaşmış Sanat” sergisinin açılışından bir gün önce Max Beckmann karısı Quappi’yle birlikte Hollanda’ya kaçtı, bir daha da Almanya’ya dönmedi.

Mutlu yıllar ama...
Beckmann, Hollanda’yı özgür yaşamın ilk evresi olarak düşünüyordu. Buradan Fransa’ya geçerek, sanat dünyasının başkenti Paris’te kendini tanıtmak amacındaydı. Ama Fransa Hükümeti son yıllarda ülkelerine gelen yabancı uyrukluların ulusal kültürlerini bozdukları gerekçesiyle Beckmann’a vize vermeyince sanatçı Hollanda’da kaldı. Bu arada, Londra’da açılan “20. Yüzyılda Alman Sanatı” sergisine katıldı.

İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Almanya’nın Hollanda’yı işgaliyle sıkıntılar geri geldi. Amerika’ya gitmek için gerekli vizeyi de alamayınca olabildiğince sessiz bir yaşam sürmeye çalışarak 1947 yılına kadar Amsterdam’da yaşadı. Yine de burada geçirdiği 10 yıl sanatçının en üretken dönemlerinden biri oldu; beş triptych, 280 yağlı boya tablo tamamlandı.

Beckmann’ın Amerika’ya göç etme isteği 1947 yılının Ağustos ayında gerçekleşti. Washington Üniversitesi, Philip Guston’ un Guegenheim Bursu’nu almasıyla boşalan yeri doldurması için sanatçıyı St. Louis’e davet etti. Max Beckmann’ın Amerika’da geçirdiği üç yıl, günlüklerinden anlaşıldığı kadarıyla yaşamının en mutlu yıllarını oluşturur. Burada ummadığı bir ilgi gördü, retrospektif sergiler, ödüller bir birini izledi. Amerika’ya göç sanatçının 1932 yılından bu yana özlediği saygınlığını geri getirmekle birlikte sanatı özgünlüğünü yitirdi. l950’lerin New York gökdelenlerini resimlemek, 1920’ lerin savaşlarım görüntülemekten daha zor geldi Beckmann’a. Sık sık eski konularını işleyerek yaratıcılığını yeniden kazanmaya çalıştı ama bunlar başarısız uyarlamalar olarak kaldılar.

Max Beckmann’ın sanat yaşamı hayal kırıklığıyla sonlanmasına karşın, doğumunun 100. yılında Münich Haus der Kun' un düzenlediği, Berlin Ulusal Galerisi ve St: Louis Sanat Müzesi’nden sonra Los Angeles Sanat Müzesi’nde açılan sergide yer alan 85 yağlıboya tablo, 55 desen ve 124 grafik çalışma, konularını bulduğu zaman sanatçının ne denli güçlü eserler yarattığını gösteriyor.

l980’lerin başında önem kazanan Yeni Alman Dışavurumcuları’nın Max Beckmann’ı etkilendikleri sanatçılar arasına katarak sık sık söz konusu etmeleri ve 1984 yılında ardı ardına açılan bu sergilerle 30 yıl aradan sonra yeniden hatırlanan sanatçıya geç verilmiş bir sel oldu bu yazı. Sanat dünyasına (yeniden) hoş geldin Max!

Milliyet Sanat, 1984

alıntı:www.felsefeekibi.com





Çevrimdışı ...:::£sra:::...

  • Yönetim K.Ü
  • Sanat Kurdu
  • *
  • İleti: 7.764
  • Karizma Puanı: 2742
Ynt: Max Beckmann (1884-1950)
« Yanıtla #1 : 25 Aralık 2008, 14:22:19 »
ilk eser çok çarpıcı teşekkürler aslıcım bilgiilendirme ve paylaşım için +1
çok çalışmak zamanı

Çevrimdışı şerwan

  • Üye
  • *
  • İleti: 25
  • Karizma Puanı: 0
Ynt: Max Beckmann (1884-1950)
« Yanıtla #2 : 21 Mart 2011, 14:34:18 »
teşekkürler

Çevrimdışı dbhi

  • Yönetim K.Ü
  • Sanat Kurdu
  • *
  • İleti: 7.078
  • Karizma Puanı: 2256
  • Dünyaya karşı nazik olun...
    • http://alanay-alanaysblog.blogspot.com/
Ynt: Max Beckmann (1884-1950)
« Yanıtla #3 : 21 Mart 2011, 19:08:05 »
paylaşımlar için teşekkürler aslı hocam...+1
İyi ki gökyüzünde yıldızlar,Çiçekler şükür ki yeryüzünde...Yoksa kimbilir ne zahmetle toplayabilirdik onları renk renk...Kimbilir nasıl getirilirdi gökyüzünden , sevdiklerimize götürülecek çiçekler!