Gönderen Konu: 19.yüzyılda sanat akımları  (Okunma sayısı 10874 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

tolga 8c

  • Ziyaretçi
19.yüzyılda sanat akımları
« : 14 Haziran 2007, 12:49:37 »

                                                19. Yüzyılda Sanat Akımları  

18.yüzyıl ise bir aydınlanma çağıdır .Rasyonalizm ve naturalizm gibi
akımlar ön plana çıkmıştır. İnsan beyni boş bir levhadır,önemli olan,eğitimin
buna yazdıklarıdır.İnsan doğadan iyi olarak gelir, eğer bozulmuşsa bunun nedeni
içinde yaşadığı kültür ve toplumdur. Aydınlanma çağı eğitimi kısaca akılcı,
realist, yararcı ve mesleksel yetiştirme esaslarına dayanmaktadır.18.yüzyılın
son çeyreği ile 19. yüzyılın ilk yarısında Alman klasik ve idealistlerinde eğitim,farklı
şekilde görülür. Kişi maddi doğa üzerinde egemenlik kurmalı ve otonom bir kişiliğe
erişmelidir. Kant’a göre bireysel eğitimin amaçları disiplinleştirme ,uygarlaştırma
,kültürleştirme ve ahlakileştirmedir. 18. yüzyılın ikinci yarısı ile 19.yüzyıl
, Sanayi Çağı’dır.Bu çağdaki eğitim akımları Batı ’da ki sanayi devriminin yarattığı
toplumsal yapı ve onun sorunlarıyla paralellik gösterir. 1840’lı yıllarda ve
özellikle buhar gücünün iş ortamında kullanılmasıyla başlayan sanayi devrimi
yeni bir toplumsal hayat biçimin de beraberinde getirmiştir.Buhar gücü ile çalışan
lokomotifler ve gemiler ,üretilen ürünlerin yeni dünyalara ulaştırılmasını sağlamıştır.
İşçi sınıfının doğuşu, hızlı kentleşme ve makineleşmenin yer aldığı ve sanayi
toplumu olarak adlandırılan bu dönemde insanlığın ilgisi sanayi ve makinelere
yönelmiştir.

KLASİZM

Edebiyatta eski Yunan ve Roma sanatını temel alan tarihselci yaklaşım
ve estetik tutumdur. Yeniden doğuş diye adlandırılan Rönesans döneminde gelişmiştir.
Bu akamın izleri bir önceki dönemde Rebelais ve Montaigne de hatta Aristoteles'tedir.
Klasizmin temel öğeleri kendi içinde soyluluk, akılcılık, uyum, açıklık, sınırlılık,
evrensellik, idealizm, denge, ölçülülük, güzellik, görkemliliktir. Yani bir
eserin klasik sayılabilmesi için bu özellikleri barındırması gerekmektedir.
Kısaca klasik bir eser, bir üslubun en yetkin ve en uyumlu ifadesini bulduğu
eserdir. Klasizm temellerini Rönesans aristokrasisinden alır. Klasizm bir bakıma
aristokrasinin akımıdır.

ROMANTİZM

18. yüzyılın sonunda ortaya çıkan ve 19. yüzyılın ortalarına kadar
uzanan akımdır. Kendisinden önceki klasizme bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.
Önce bir ön-romantizm dönemi denilen gelişmeler yaşanmıştır. Bu gelişmelerin
en önemlisi, halkın beğenisinin klasizmin görkemli, katı, soylu, idealize edilmiş
ve yüce anlatım biçiminden, daha yalın ve içten ve doğal anlatım biçimlerine
kaymış olmasıydı. Romantizm, klasizmin düzenlilik, uyumluluk, dengelilik, akılcılık
ve idealleştirme gibi özelliklerine bir başkaldırı niteliğindedir. Romantizm,
doğduğu çağın akılcılığı ve maddeciliğine tepki olarak bireye, öznelliğe, akıl
dışılığa, düş gücüne, kişiselliğe, kendiliğindenciliğe ve aşkınlığa, yani sınırları
zorlayıp geçmeye önem verir. Tarihsel olarak bu dönemde gelişen orta soylu sınıfın,
yani burjuvazinin duygu, düşünce ve yaşam tarzını ön plana çıkarır. Zaten Fransız
devrimini hazırlayan görüşlerle aynı temellere sahiptir.

Soyluların zarif sanat biçimlerini yapay ve aşırı incelikli bulan bu yeni sınıf,
duygusal açıdan kendisine yakın hissettiği daha gerçekçi sanat biçimlerinden
yanaydı. Böylece romantizm gelişme ve yaygılaşma şansı buldu. Farklı türlerin
yan yana olduğunu görüyoruz bu dönemde. Güzel-çirkin,iyi-kötü gibi.. umutlu
ileriye dönük bir yaklaşım söz konusu olmuştur. Bilimin etkisi yer yer tarzda
etkili olmuştur. İnsanlar arasındaki eşitsizliğin temel sebepleri incelenmiştir.
Ulusalcılığın benimsendiği bir akımdır. Bu dönemde eleştirmenler tiyatro yaşantısından
uzak estetik kaygılara sahiptir. Klasik sanatla romantizm kıyaslandığında iki
akım ve dönem arasındaki farkı daha iyi anlayabiliyoruz. Klasik sanat 17. ve
18. yüzyıllarda egemen olmuş bir sanattır. Tiyatronun yararlı ve zevkli olması
ilkesi vardır. Anlatım incelikli ve sanatsal olmalıdır. Klasikler Shakespeare’i
üstün bir deha olarak takdir edip değerlendirirken eleştirel bir tutumda da
bulunmuşlardır. Shakaespeare’in üç birilik kuralına uymazlığı,bilgisizliği,mantık
hataları yaptığı ve edebe,ahlaka çok bağlı kalmadığı düşünülerek eleştirilmiştir.
Klasikçiler doğayı mantıklı bir düzen olarak görürler, ona akılcı yöntemlerle
yaklaşırlar. Romantikler doğanın gizemli bir özü ,organik bir biçimi olduğuna
inanırlar ve ülküsel olana doğru evrimleştiğini iddia ederler. Romantikler bu
öze akıla değil,esin yoluyla ulaşacaklarına inanırlar. Dolaylı anlatım yolunu
benimsemişlerdir. Klasik düşüncede sanatın tipik ve evrensel gerçeği yansıttığı,
romantikteyse asal ve tanrısal gerçeği yansıttığı söylenir.

Klasik sanat nesnel bakarken,romantik sanat öznel bakar. Klasikte inandırıcılık
önemliyken ,romantikte illüzyon yani yanılsama söz konusudur. Klasik sanat akla
sağ duyuya yönelmekteyken romantik sanat duygular bu duyguların verdiği coşkulara
yönelmektedir. Klasik sanat akılcı,ahlakçı,eğitici iken romantik sanatta bütünle
uzlaşma aklın yalnız yeterli olamayacağı hakimdir. Romantizmde tiyatro seyircisi
duygulanmalıdır. Duygulanma,acı çekme seyirciye zevk verir ilkesi hakimdir.
Klasiklerin yanı sıra romantik yazarlar Shakespeare ‘e hayrandırlar. Romantik
akım birey vicdanına ışık tutmuş insanı uygarlaştırmıştır. Biçimsel kısıtlamaları
aşma ve düş gücüne özgürlük verir.

Ülkemizde Namık Kemal ‘in Celalleddin Harzemşah adlı oyunu ilk romantik tiyatro
oyunumuzdur. Romantizmin en önemli habercisi Fransız filozof ve yazar Jean Jacques
Rousseau'dur. Ama İngiliz yazarlar William Wordsworth ve Samuel Taylor Coleridge'nin
1790 yılında birlikte yayınladığı Lirik Balatlar adlı eser romantizmin bildirgesi
sayılır. Yine İngiltere'de William Blake, Almanya'da Friedrich Hölderlin, Johann
Wolfgang von Goethe, Jea Paul, Novalis, Fransa'da Chateaubriand ve Madame de
Stael ilk romantizm temsilcileridir. Victor Hugo, Alphonse de Lamartine, Alfred
de Vigny, Nodier, Soumet, Deschamp, Alfred de Musset, büyük romantik yazarlardır.

REALİZM:

Resim ve heykel sanatlarında,günlük yaşamı ve sorunlarını olduğu gibi ve ayrıntılarıyla
biçimlemeyi amaçlayan anlayıştır. Bu akımı en iyi şekilde tanımlayan ressam
Gustave Courbet “Ben hiç melek resmi yapmadım,çünkü hiç melek görmedim.” demiştir.
Gerçekçilik 19. yy.’ın ikinci yarısında çıkmış olan popüler tiyatro ve romantik
tiyatroya karşı bir akımdır. Nasıl ki romantizm klasizme bir başkaldırı niteliğinde
ise gerçekçilik yani realizm ise, hem klasizme hem de romantizme bir başkaldırıdır.
Romantizmin dramatik biçimlere,kalıplara karşı olan tutumu elbette realizmin
yolunu açmıştır Bu akım 19 yy. Avrupası’nda görülen toplumsal,ekonomik değişimlerden
oldukça etkilenmiştir Amaç, sanatı klasik ve romantik akımların yapaylığından
kurtarmak, çağdaş eserler üretmek ve konularını öncelikle yüksek sınıflar ve
temalarla ilgili değil, toplumsal sınıflar ve temalar arasından seçmekti. Realizmin
amacı, günlük yaşamın önyargısız, bilimsel bir tutumla incelenmesi ve bir bilim
adamının klinik bulgularına benzer nesnel bir bakış açısıyla ortaya konmasıdır
. Fizik kuralları artık hakimdir. Örneğin Darwin’in türlerin kökeni,insan evrimi
,doğal seleksiyom yazarların esin konusu olmuştur. Fizyoloji’de Claude Bernard
, psikoloji’de Sigmund Freud isim yapmıştır. Tiyatro yazarları arasında İbsen,
Hauptmann ,George Bernard Shaw ve Çehov’u sayabiliriz. Realizmde dramatik olan
insanın yaşamını sürdürebilmesi için verdiği savaştır. İnsan varlığını sürdürmek
ve onurunu korumak için çetin bir savaş vermek zorundadır ve ne kadar gözü pek
olursa olsun o savaşa yenik düşecektir.

Realizmle romantizmde var olan yaşamdan kopukluk,toplumsal sorunlara ilgisizlik
,hastalıklı duygusallık,yapaylığa karşı çıkılıp;toplumsal sorunlara özellikle
eğilerek çağdaş tiyatronun temelleri atılmıştır. . Endüstrileşmenin ve güçlenen
kapitalizmin sonuçlarıyla beslenmiştir. Bu dönemde köyden kente göç , sendika
,işçi hakları ,yoksulluk vb. gibi insana dair toplumsal sorunlar varken romantizmin
deyim uygunsa suyu çıkmıştır. İdealist felsefeden materyalist felsefeye geçilmiştir
artık. Romantizm düşsel olanı,gerçekçilik ise somut olanı tüm gerçekçiliğiyle
göstermektedir. Ayrıca bu gerçekleri gösterirken realistler tüm acılığıyla çirkinliğiyle
göstermekten hiç çekinmemişleridir. Gerçekçilikte kolay çözümlemelerden kaçınılır
ve bir durum her yönü ile tartışılır. Tiyatro yazarlarının seyircisinden beklentisi
oyundan gerçekmiş gibi etkilenmesi bunu yaparken de bir oyun izlediğinin bilincine
varmasıdır. Sahnede illüzyon önemli bir yer taşımaktadır. Seyirci gördüklerine
inanmazsa olayı bilimsel olarak alamaz.

Bu dönemin kendi uygulamalarıyla gerçekçi tiyatronun kuramını yaratan Sranislavsky
her şeyden önce yapay oyunculuğa,tiyatrosallığa dış kalıpların ezberlenerek
yinelenmesine karşıdır. Modern tiyatro bize ne kazandırmalıdır? Stanislavsky’e
göre yaşamın yalnızca yansıması verilmemeli;korkunç,gizli bir gerilim içinde
yaşamda var olan her şey yansıtmalı;sanki günlük yaşammışçasına yalın ama gerçekte
tüm coşkuların soyutlaştırıldığı ve canlı tutulduğu kesin ,ışıklı imgelerle
canlandırılmalıdır. Bilinçaltı yaratıcılığını harekete geçirmek için sihirli
eğer formülü geliştirmiştir. Çok önemli olan bir nokta var ki “ deneme yanılma
yöntemi ile geliştirilen bu sihirli eğer çalışmasında oyuncu kendi iç gerçeği
ile dış hareket arasındaki bağıntıyı önce kendinde inceliyor sonra canlandırdığı
oyun kişisinde görmeye çalışır.” Çalışmalar sırasında akıl uyanık! Sıradan günlük
bir olayı sahnede yapmak: Othello’nun kendini öldürdüğü hançerin kartondan olması
önemli değil;kendisini öldürmeye iten duyguları haklı gösterebilmesi önemlidir.
İçten dışa aksiyon söz konusudur. İnanç gerçeklikten ayrılamaz.

Bu akımın iki güçlü temsilcisi Gustave Flaubert'in Madame Bovary adlı romanı
ile Emile Zola'nın Nana adlı romanında cinsellik ve şiddet edebi bir mikroskop
altında incelenerek olanca çıplaklığıyla ortaya konulmuştur. Realizm felsefesinin
altında güçlü bir felsefi belirlenimcilik yatar. Fransız edebiyatında Flaubert,
Zola'nın yanısıra Honore de Balzac, Stendhal, Rusya'da Lev Tolstoy, İvan Turgenyev,
Fyodor Dostoyevski, İngiltere'de Charles Dickens ve Anthony Trollope, Amerika'da
Theodore Dreiser, İrlanda'da James Joyce realizmin önemli temsilcileridir. Realizm,
20. yüzyıl romanının gelişimini de önemli ölçüde etkilemiştir.

PARNASİZM

Klasizm, romantizm ve realizmin bütününe tepkili bir akımdır. Temel kuralı "sanat
sanat içindir" diye özetlenebilir. Aslında realizmin katı toplumculuğu
ve gerçekçiliğine bir karşı çıkıştır. Daha çok şiirde kendini gösterir. Sanatsal
biçim ve sanatsal içerik kaygısı ön plandadır. Ölçülü ve nesnel bir anlatım,
teknik kusursuzluk ve kesin betimlemeler kullanılır. Parnas şiir için "biçimciliği
amaçlayan" şiir tanımı da kullanılabilir. Parnasizm, bir yönüyle kendisinden
sonraki doğalcılığa da kaynaklık yapmıştır. Zengin bir dil, zengin bir biçim,
zengin ve yoğun bir duygusallık işlenir. 1830'lu yıllarda ortaya çıkmıştır.
Theophile Gautier'in şiirlerini, Theodore de Banville, Leconte de Lisle izlemiştir.
Parnasizm, edebiyat tarihinde Leconte de Lisle ile özdeşleştirilir. Adarını
Louis Xavier de Richard ile Catulle Mendes'in hazırlayıp Alphonse Lemerre'in
bastığı Le Parnasse Contemporain (Çağdaş Parnasçılık) adlı eserden almıştır.

DOĞALCILIK

19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında etkili olmuştur. Doğa bilimlerinin, özellikle
de Darwinci doğa anlayışının ilke ve yöntemlerinin edebiyata uyarlanmasıyla
gelişmiştir. Edebiyatta gerçekçilik geleneğini daha da ileri götüren doğalcılar,
gerçekleri ahlaksal yargılardan, seçici bir bakıştan uzak bir anlatımla ve tam
bir bağlılıkla anlatmayı amaçlar. Doğalcılık, bilimsel belirlenimciliği benimsemesiyle
gerçekçilikten ayrılır. Doğalcı yazarlar, insanı ahlaksal ve akılsal nitelikleriyle
değil, rastlantısal ve fizyolojik özellileriyle ele alır. Doğalcı yaklaşıma
göre, çevrenin ve kalıtımın ürünü olan bireyler, dıştan gelen toplumsal ve ekonomik
baskılar altında ezilir, içten gelen güçlü içgüdüsel dürtülerle davranırlar.
Yazgılarını belirleyebilme gücünden yoksun oldukları için yaptıklarından sorumlu
değillerdir.

Doğalcılığın kuramsal temelini Hippolyte Taine'in Historei de la Litterature
Anglaise (İngiliz edebiyatı tarihi) adlı eseri oluşturur. İlk doğalcı roman
Goncourt kardeşlerin bi hizmetçi kızın yaşamını inceleyen Germinie Lacarteux
adlı yapıtıdır. Ama Emile Zola'nın Le Roman Experimental (Deneysel Roman) adlı
eseri akımın edebi bildirgesi sayılır. Zola'nın yanısıra Guy de Maupassant,
J. K. Huysmans , Leon Hennique, Henry Ceard, Paul Alexis, Alphonse Daudet doğalcı
yapıda eserler veren yazarlardır.

SEMBOLİZM

19. yüzyılın sonlarında Fransa'da ortaya çıkmış ve 20. yüzyıl edebiyatını önemli
ölçüde etkilemiştir. Bireyin duygusal yaşantısını dolaysız bir anlatım yerine
simgelerle yüklü ve örtük bir dille anlatmayı amaçlar. Simgecilik, geleneksel
Fransız şiirini hem teknik hem de tema açısından belirleyen katı kurallara bir
tepki olarak başladı. Simgeciler, şiiri açıklayıcı işlevinden ve kalıplaşmış
bir hitabetten kurtarmayı, insanın yaşantısındaki anlık ve geçici duyguları
betimlemeyi amaçladı. Simgeciler, dile getirilmesi güç sezgi ve izlenimleri
canlandırmaya, şairin ruhsal durumunu ve gerçekliğin belirsiz ve karmaşık birliğini
dolaylı biçimde yansıtacak özgür ve kişisel eğretileme ve imgeler aracılığıyla
varoluşun gizemini aktarmaya çalıştılar. Simgeci şiirin başlıca temsilcileri
Charles Baudelaire 'nin şiir ve görüşlerinden fazlaca etkilenen Fransız Stephane
Mallarme, Paul Verlaine, Arthur Rimbaud'dur. Diğer temsilcileri ise Jules Laforgue.
Henry de Regnier, Rene Ghil, Gustave Kahn, Belçikalı Emile Verhaeren, ABD'li
Stuart Merrill, Francis Viele Griffin'dir.

İDEALİZM

Dünyayı ve varoluşu bilinç ve düşünceye öncelik vererek açıklama öğretisinin
temel olduğu felsefi akımın edebiyattaki uzantısıdır. İdealist felsefenin tüm
özellikleri edebi eserlerde yer alır. 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır.
Bireyci dünya görüşü ve simgecilik akımına bir tepki olarak doğmuştur. Çağcıl
yaşamın artık makineleşen toplumları ve alabildiğine serpilip gelişen kentleriyle
bireyi topluluk içinde yaşamaya zorladığını vurgulayan idealizm, bir arada yaşamanın
yarattığı ortak kanı ve duyguları dile getirmeyi amaçlamaktadır. Topluluk bilincini
ve bu bilince göre bireyin varoluşunu, yaşamı belli belirsiz yönlendiren kimi
tinsel gerçekleri betimlemeyi ön planda tutar. En büyük temsilcisi Fransız yazar
Jules Romains'tir. Bu akımın temelleri Romains'le Chenneviere'nin yazdığı Petit
Traite de Versification (Şiir üzerine küçük inceleme) ve Georges Duhamel'le
Charles Vildrac'ın kaleme aldığı Notes su la technique poetique (Şiir tekniği
üzerine notlar) adlı eserlerde ortaya konulmuştur.

GELECEKÇİLİK

20. yüzyılın başlarında İtalya'da ortaya çıkmıştır. Edebiyatta devrim ve dinamizmi
vurgulayan akım olarak değerlendirilir. İtalyan şair, romancı, oyun yazarı ve
yayın yönetmeni Filippo Tommaso Marinetti'nin 1909'de Paris'te Le Figaro gazetesinde
yayınladığı bildiri ile ortaya çıktı. Bildiride, "Bizler müzeleri, kütüphaneleri
yerle bir edip ahlakçılık, feminizm ve bütün yararcı korkaklıklarla savaşacağız"
deniyordu. Bu geçmişin bütünüyle reddi demekti. Aynı bildiride, "Biz dünyadaki
gerçekten sağlıklı tek şeyi, yani savaşcı ve ölüme götüren güzel düşünceleri
yüceltiyoruz" sözleri, siyasal alanda o dönemde gelişen faşizm'den yana
bir tavrın da açık göstergesiydi.

Gelecekçiliğin kurucusu Marinette Avrupa'dan birçok yazarı etkilerdi. Rusya'da
Velemir Hlebinikov ve Mayakovski gelecekçiliğe yöneldi. Rus gelecekçiler kendi
bildirgelerini yayınladı. Puşkin, Tolstoy, Dostoyevski reddedildi. Şiirde sokak
dilinin kullanılması istendi. 1917 Ekim devriminden sonra da gelecekçi akım
güçlendi. Mayakovski'nin ölümüne kadar etkisini sürdürdü. İtalya'daki gelecekçiler
ilk şiir antolojisini 1912'de yayınladı. İtalya'nın 1. Dünya Savaşı'na girmesini
ve Mussolini'yi savunuyorlardı. Onunla birlikte hapsedildiler. Gelecekçilik
faşizm ile özdeşleşti. Ve 1920'lerin ortalarına doğru etkisini yitirdi. Eserlerinde
mantıklı cümleler kurmayı reddeden gelecekçilerin parolası, "sozcüklere
özgürlük"tü. Ezra Pound, D. H. Lawrence ve Giovanni Papini bu akımdan etkilenin
yazar olarak sayılabilir.

DADAİZM

Jean Arp, Richard Hülsenbeck, Tristan Tzara, Marcel Janco ve Emmy Hennings'in
aralarında bulunduğu bir grup genç sanatçı ve savaş karşıtı 1916 yılında Zürih'te
Hugo Ball'in açtığı cafe'de toplandı. Fransızca'da oyuncak tahta at anlamına
gelen "Dada" akımın ismi olarak seçildi. Bildirisi de burada açıklandı.
Bu akım, dünyanın, insanların yıkılışından umutsuzluğa düşmüş, hiçbir şeyin
sağlam ve sürekli olduğuna inanmayan bir felsefi yapıdan etkilenir. 1. Dünya
Savaşı'nın ardından gelen boğuntu ve dengesizliğin akımıdır. Kamuoyunu şaşkınlığa
düşürmek ve sarsmak istiyorlardı. Yapıtlarında alışılmış estetikçiliğe karşı
çıkıyor, burjuva değerlerinin tiksinçliğini vurguluyorlardı.

Toplumda yerleşmiş anlam ve düzen kavramlarına karşı çıkarak dil ve biçimde
yeni deneylere giriştiler. Çıkardıkları çok sayıda derginin içinde en önemlisi
1919-1924 arasında yayınlanan ve Andre Breton, Louis Aragon, Philippe Soupauld,
Paul Eluard ve Georges Ribemont-Dessaignes'in yazılarının yer aldığı Litterature'dü.
Dadacılık 1922 sonrasında etkinliğini yitirmeye başladı. Dadacılar gerçeküstücülüğe
yöneldi.

VAROLUŞÇULUK

Yirminci yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru Fransa'da ortaya çıktı. Öncelikle
bir felsefi akımdır. En önemli temsilcileri Martin Heidegger, Karl Jaspers,
Jean-Paul Sartre, Gabriel Marcel ve Maurice Merleau-Ponty olmuştur. Felsefi
bakımdan temelleri ise bunlardan önce Nietzsche, Kierkegaard, ve Husserl gibi
düşünürler tarafından atılmıştır. Varoluşçuluk 4 temel fikri savunur: 1) Varoluş
her zaman tek ve bireyseldir. Bu görüş bilinç, tin, us ve düşünceye öncelik
veren idealizm biçimlerinin karşıtıdır.

2) Varoluş, öncelikle varoluş sorununu içinde taşır ve dolayısıyla varlık'ın
anlamının araştırılmasını da içerir.

3) Varoluş insanın içinden bir tanesini seçebileceği bir olanaklar bütünüdür.
Bu görüşher türlü gerekirciliğin karşıtıdır.

4) İnsanın önündeki olanaklar bütünü öteki insanlarla ve nesnelerle ilişkilerinden
oluştuğundan varoluş her zaman bir "dünyada var olma"dır. Bir başka
deyişle insan her zaman seçimini sınırlayan ve koşullandıran somut tarihsel
bir durum içindedir.

Varoluşçuluğun etkileri çağdaş kültürün çeşitli alanlarında görüldü. Kierkegaard'ı
izleyen Franz Kafka, Das Schools, Şato, Der Prozess, Dava adlı eserlerinde insanın
varoluşunu bir türlü ulaşamadığı istikrarlı, güvenli ve parlak bir gerçeklik
arayışı olarak betimledi. Çağdaş varoluşçuluğun özgün temaları, Sartre'ın oyunları
ve romanlarında, Simone de Beauvoir'in yapıtlarında, Albert Camus'nün roman
ve oyunlarında, özellikle de L'Homme revolte (Başkaldıran İnsan) adlı denemesinde
işlendi.