Edvard Munch- (1863-1944)
Edvard Munch, 1863 yılında Loten’de, Dr. Christian Munch ve Laura Cathrine’in ikinci oğulları olarak dünyaya gelmiştir. 1864 yılında aile Christiana’ya (bugün Oslo) taşınmıştır. Burada, Edvard henüz 5 yaşındayken, annesi 1868’de verem hastalığından hayata veda etmiştir.
Bundan sonra beş kardeş için zor bir yetişme dönemi söz konusu olacaktır. Edvard’ın çok küçük yaşta annesiz kalması, onu derinden etkilemiş olmalıdır. Ama onu daha da fazla etkileyen olay, kendisinden sadece bir yaş büyük olan kızkardeşi Sophie’nin de annesini alıp götüren verem hastalığına yakalanmış olmasıdır. Kardeşinin günden güne tükenişine tanık olmak, ergenlik dönemindeki Edvard için oldukça acı bir deneyim olmuştur. Sanki küçük yaştayken tam olarak anlamlandıramadığı annesinin ölümünü, Sophie’nin hastalığı süresince bu kez gerçekten yaşamıştır. Kızkardeşi, 15 yaşındayken 1877 yılında hayatını kaybeder.
Yaşadığı acı tecrübeler iç dünyasında derin yaralar bırakırken Edvard Munch, 1879’da başladığı mühendislik eğitimini 1880’de terkederek ressam olmaya karar vermiştir. Oslo’da akademiye giren Munch, 1882 yılında kendisi gibi altı sanat öğrencisiyle birlikte bu şehirde bir atölye kiralamıştır. Buradaki çalışmalarını, Norveç’in o dönemde en önemli ressamlarından birisi olan Christian Krohg yönlendirmiştir. Krohg, bu sırada Paris’ten henüz dönmüş ve orada özellikle Manet’nin resimlerinden etkilenmiştir. Sanatın merkezinden aktarılan izlenimler, diğer gençlerle birlikte Munch’u da heyecanlandırmış olmalıdır.
Munch, 1883’de Oslo Sonbahar Sergisi’nde ilk defa olarak resimlerini göstermiş, aynı dönemde Oslo’nun sanat ortamına da girmiştir. 1885 Antwerp Dünya Sergisi’nde, aralarında kızkardeşi Inger’in portresinin de bulunduğu resimlerini sergilenmiştir. Bu resimle birlikte, 1885/6’da yaptığı Hasta Çocuk adlı çalışmasını 1886’daki Oslo Sonbahar Sergisi’nde göstermiştir. Ancak, her iki çalışma da kamuoyunun tepkisini çekmiştir. Hasta Çocuk, konu olarak Munch’un yakın geçmişine göndermeler içermektedir. Çok da uzak olmayan bir süre önce kızkardeşi Sophie, böyle bir hasta yatağında verdiği hayat mücadelesinde her an yenik düşmekteydi.
Ancak, konunun genel etkisi ve Munch’un hayatındaki yeri bir yana, resim üslup açısından da ‘dramatik’ bulunmuş olmalıdır. Resim yüzeyinde fırça lekeleri ve akıtmalarla oluşturulan dokular ve resmin tamamlanmamış etkisi bırakacak şekilde ele alınışı, bu çalışmaya yönelik tepkilerin asıl hedef noktasını oluşturmuş gözükmektedir. Oysa, konunun dramatik etkisini arttıran bu üslup anlayışı, Munch’un sanat kariyeri boyunca izleyeceği yolun ana çizgisini ortaya koymaktadır.
Munch, hayatı boyunca tüm tepkilere karşın sanat çizgisinden taviz vermeden yoluna devam etmiştir ve henüz 23 yaşındayken, 1889 yılında, Oslo’da 110 eserden oluşan ilk kişisel sergisini açmıştır. Aynı yıl devlet bursuyla, sanatı üzerinde derin etkisi olacak Paris’e gitmiş ve Léon Bonnat’ın sanat okuluna girmiştir. Bu tarihten sonra, Fransa ve Paris, hayatı boyunca çeşitli fırsatlarla döneceği bir uğrak noktası olacaktır.
İlk Paris deneyimi, onu yeni sanat arayışlarına yönlendirmiş görünmektedir. 1890 tarihli Karl Johan’da Bahar Günü, yeni- izlenimci tarzda bir resimdir. 1891 tarihli Rue Lafayette, Paris’te bir süre yaşadığı caddenin görünümünü benzer bir üslup anlayışı içerisinde yansıtmaktadır. Sanatçının başından beri yatkın olduğu serbest fırça vuruşlarının, neredeyse noktacı bir anlayışta ele alındığı bu şehir görünümlerini, 1891 tarihli Oslo Fiyordu Üzerinde Ayışığı adlı manzara izler. Burada fırça vuruşları daha kalın ve sadedir; resim yüzeyinde belirgin bir yalınlaşma hissedilmektedir. Belli ki Munch, Paris’in ilk etkilerini aşmakta ve bir ‘ara dönem’in ardından tekrar kendi üslup çizgisinin tutarlılığı içerisinde gelişimini sürdürmektedir.
Ancak Paris, en azından onun renk anlayışını belirgin bir şekilde değiştirmiş görünmektedir. Bundan sonra resimlerinde farklı renk düzlemlerini kullanmaktan geri kalmayacaktır. Resim yüzeyindeki doku arayışları ve figürlerdeki yalınlaşmanın ardından, rengin de bir ifade aracı olarak önemini kavramıştır.
1891 yılında Nice’de, Hayat Frizi adlı bir seri tuval resmi üzerinde çalışmaya başlayan Munch’un, 1892 yılında Berlin’de açtığı kişisel sergi, basının ve halkın büyük tepkisini çekince bir hafta sonra kapatılmıştır. Ancak Berlin’de, aralarında Strindberg’in de bulunduğu entelektüel bir çevreyle kurduğu ilişkiler, bu şehri kendisini besleyen önemli bir merkez konumuna getirmiştir. Berlin, Munch’un sanatındaki sembolist eğilimlerin gelişiminde etkili olan bir ortamı barındırmaktadır.
Bu dönemde yaptığı çalışmalardan 1893 tarihli Ses, arka planda durgun suya düşen ay ışığının oluşturduğu dikey- sarı hat, bunun önünde yer alan dikey ağaç gövdeleri ve resmin sol ön kısmındaki kadın figüründen oluşmaktadır. Bu dikey hatları, göl kıyısını tanımlayan yatay hat dengelemektedir. Bütün resme yoğun bir atmosfer duygusu hakimdir. Munch’un Hayat Frizi çalışmaları üzerine yoğunlaştığı bir dönemde gerçekleştirdiği bu resmin devamında, sanat tarihinin başyapıtlarından birisi olan Çığlık gelmiştir.
Çığlık, Munch’un sanatında o zaman kadar etkili olmuş farklı konu ve üslup kaynaklarının olağanüstü bir bileşimidir. Bu, renk ve deformasyonun bir ifade aracı olarak böylesine yoğun bir şekilde kullanıldığı ilk modern başyapıt olma özelliğine sahip öncü bir resimdir. Hastalık ve ölümlerle kuşatılmış bir yetişme dönemi geçirmiş olan duyarlı bir iç yapının, adeta patlama halindeki bir dışavurumudur çığlık. Resim yüzeyini diyagonal olarak bölen köprünün ardında deniz ve kızıl gökyüzü dalgalanarak bütünleşmiş, mekan boğucu bir atmosferin tüm etkilerini yansıtacak şekilde düzenlenmiştir. Köprünün üzerinde, yoğun bir şekilde deforme edilmiş ve başını iki elinin arasına almış durumdaki figürün çığlığı bu dalgalanan, dönen atmosferde yankılanmakta ve baş döndürücü bir etki yaratmaktadır. Aslında bu atılmamış bir çığlıktır. Bireyin içinde saklı kalmış, bastırılmış, çeşitli sebeplerle dışa vurulmamış bir çığlık. Aynı zamanda bireyin, kendisini kuşatan boşluğun kuvvetli baskısına, diğer bir deyişle ‘varolmanın dayanılmaz ağırlığı’na gösterdiği bir tepkidir. “Bağırmak istedim; bunun beni hafifleteceğini biliyordum, ama utandım.”der Kazancakis. Bu ifade tam da Munch’un atılmamış çığlığına denk düşmektedir.
1890’lı yıllar Munch’un üretken bir dönemini işaret etmektedir. 1894’de Berlin’de ilk gravür ve taşbaskılarını üretmeye başlamıştır. Bu sırada, aralarında Kadının Üç Durumu ve Madonna gibi resimlerin de bulunduğu Hayat Frizi’nin çalışmalarına devam etmektedir. Madonna, doğum ve ölüm kavramlarını ele aldığı önemli eserlerinden birisidir. 1895 tarihli Ayışığı ise, iki yıl önce yaptığı Ses’in bir devamı niteliğindedir; bu kez manzaradan figür kaldırılmıştır.
Bu dönemde Paris, Berlin gibi sanat merkezleri ile Norveç’te yaşamını sürdüren Munch, bir yandan kadın ve kadının erkeğin iç yaşantısındaki yerini irdelediği (Erkek ve Kadın/ 1898, Öpüş/ 1897, Hayat Dansı/ 1897- 99) resimlere yoğunlaşırken, diğer yandan erken kariyerinin değişmez teması olan hastalık ve ölüme de ilgi göstermiştir (Ölüm Döşeği/ 1895, Hasta Odasında Ölüm/ 1895, Ölü Anne ve Çocuk/ 1897- 99).
Ölü Anne ve Çocuk, Munch’a özgü tamamlanmamışlık etkisi ve deformasyon eğilimi ile dikkat çekmektedir. Resim yüzeyine paralel yerleştirilmiş yatakta annenin cansız bedeni, neredeyse bir çizim taslağı olarak bırakılmıştır. Çığlık’taki figür gibi, başını elleri arasına almış olan küçük kız; yatağın önünde, yüzü izleyene dönük olarak durmakta ve bu dramatik olaya tepkisini vermektedir.
1899’da birkaç kez döneceği Köprüde Kadınlar konusunu ilk kez ele alan Munch, 1900 yılında uzun süredir üzerinde çalışmakta olduğu Hayat Frizini tamamlamış ve frizin tamamını 1902 Berlin Sezession’unda sergilemiştir. Bundan sonra Oslo, Paris, Berlin gibi merkezler başta olmak üzere, Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde bulunan, sergiler açan ve siparişlere yanıt veren önemli bir ressam olarak Munch, portre ve manzara çalışmalarına ağırlık vermiştir. 1908 yılında geçirdiği bir sinir krizi sonucu altı ay hastanede yatan sanatçı, yaşamının sonuna kadar üretmeyi sürdürmüş, ancak 1930 yılında geçirdiği bir göz rahatsızlığı çalışmalarını yavaşlatmıştır.
1937’de Nazi yönetimi, Munch’un Alman müzelerindeki çalışmalarından 82’sini ‘yoz sanat’ şeklinde nitelemiş ve çoğunu satmıştır. 1940 yılındaki Alman istilası, Norveçli ressamın hayatının son dönemindeki acı deneyimlerden birisi olmuştur. 1942 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ilk sergisini açan Munch; deforme edilmiş figürler, işlenmemiş yüzeyler ve yoğun renk kullanımı ile olduğu kadar resimlerinde yarattığı atmosfer etkisi ve konuları ile, başta dışavurumcular olmak üzere pekçok 20.yüzyıl sanatçısını derinden etkilemiştir.
Onun Çığlık’ı, her bireyin atılmamış çığlığı olarak, yapıldığı günden itibaren boşlukta dalgalanmaya devam etmektedir.
(Alıntıdır)