Kendi Zamanının Ötesindeki Ressam
Modern Sanat Müzesi'nde kendine has gülünç ve korkunç güzelliğin sahibi, klasik içsel dışsalcı Belçikalı ressam James Ensor sanat dünyasındaki en doğru insanları tanıyor ve onlardan nefret ediyordu. Ayrıca onların da kendisinden nefret ettiklerinden emindi. Pop kültür kaşıntısı olan hüzünlü bir gelenekselci olmakla beraber aynı zamanda Rubens ve tabloid karikatürleri seviyordu. Bir Paris stüdyosunda değil, Kuzey Denizi'ndeki bir tatil kasabasında yeni moda bir dükkânın çatı katında, erken modernizmin gelişmesine yardım etmiş, sofistike bir sanatçıydı.
Ensor her ne kadar sanat miyarının demirbaşı olsa da, kaçak bir görüntüye de sahipti. Benim tahminim birçok insan onun ismini kim olduğundan habersizce biliyor. Kim suçlayabilir ki onları? Onu anlamak zordur. Gotik fantastik, hayalperest: Ham ve zariflik arasında gidip gelen bir stilde İncil'den sahneler, bir 1880'lerin sonralarındaki beş yıl boyunca kendisini kadın kıyafetleri giyen bir hanım evladı, çürüyen bir ceset, böcek, balık, Albrecht Dürer ve çarmıha gerilmiş İsa gibi resmetti. Çatı katındaki odası, kalabalık, kakafonik bir yerdi ancak Modern Sanatlar Müzesi kadar havadar bir kurulumla düzenlenmiş olsa da bizi bu ortamın içine sokmayı başarır.
Ensor 1860'da Ostend, Belçika'da doğdu ve hayatı belirsizliklerle başladı. Bir İngiliz olan babası, büyük ihtimalle alkolikti ve batmıştı. Ailesinin başlıca geliri Belçikalı annesinin ailesine ait olan porselen, doldurulmuş hayvan örnekleri ve grotesk karnaval maskeleri satan antika ve hediyelik eşya dükkânı, Ostend'den geliyordu.
Ensor Brüksel'de Güzel Sanatlar Kraliyet Akademisi'nde okudu, kendini Bosch ve Rembrand'a adadığı gibi, Courbet ve Manet gibi modern realistlerle de ilgilendi. "Işık ve şiddet takıntılı" olarak tanımladığı sanatçılar Goya ve Turner favorileri haline geldi. Siyasi olarak solcu; kraliyet, kilise karşıtı, işçi dostu ve estetiksel ilerici ressamlara yakın durdu. 1883'te Les Vingt adıyla bir grup kurdular ve aralarında Monet ve Seurat'ın da bulunduğu yenilikçi sanatçıları Avrupa'nın dört bir yanından çekecek bir salon düzenlediler.
Ensor çalışmalarını 10 yıl boyunca bu salonda sergiledi, ancak bazı üyeler, o koyu gerçekçiliğe sadık kalırken, neo-Empresyonizme geçince yolunu ayırmaya karar verdi. MoMA'daki yapıtları, pürüzlü durağan canlılar ve akıcı kahverengi iç mekânlarla, kederli bir başlangıç oldu.
Birçok iç mekân Ensor'un ailesinin evine aittir. Birkaç sene Brüksel'de kaldıktan sonra Ostend'e dönen Ensor, burayı uzunca bir süre terk etmedi. Birçok arkadaşı vardı, uzunca bir süre romantik bir bağ bile kurdu ancak hiç evlenmedi. Üst kattaki stüdyosu bir dükkânın üzerindeydi ve oradan aşağıdaki dar sokaklara bakabiliyor, sahili, denizi ve alabildiğine uzanan gökyüzünü görebiliyordu.
Tehditkâr resimler
Mekân onu yakın, detaylı çalışmalara itiyordu ve bu da kağıtları birbirine yapıştırarak büyük ölçekli resim yapma metodunu geliştirmesine olanak verdi. Dükkândan birçok maske ve eski kıyafet getirerek, bu nesnelerden esinlendi. Kendi resimleriyle birlikte duvara astığı hayran olduğu yapıtların röprodüksiyonları ve sehpahasına iliştirdiği kafatası çalışmalarına kaynak oldu.
Bütün bu kaynaklar, sade bir ailenin kabus versiyonunu konu alan 1883'teki Skandallaşmış Maskeler resminde biraraya geldi. Kasvetli bir odada boş bir masada elinde bir şarap şişesiyle oturan bir adam, odaya girerken elinde bir flüt ya da sopa gibi görünen bir şeyi gösteren bir kadın. İki figür de koca burunlu maskeler takmaktadır. Adam sinmiştir;
kadın siyah camlı gözlüklerle gözünü dikmiş bakmaktadır. İntikam alan bir büyükanne kılığındaki ölüm dikkatsiz bir akşamcıyı almaya gelir.
Aynı zamanda Ensor doğayı konu alan çizimler de yapıyordu: Kuzey Denizi'nin altüst edici ikliminin doldurduğu, bulutlu manzaralar ve gökler. Ancak bunlarda da tehditkâr hikâyeler gözlemleniyordu. Havaî Fişekler isimli bir tablosunda gece, ateşten bir perdedir. Adem ve Havva Cennetten Atıldı'da onları kovan melekler, havada patlayan bombalar gibidir. Ve sıra dışı Aziz Anthony'nin Yargılanışı'nda gökyüzü ve deniz büyük kokuşmuş bir havuzda karışır.
Kötü çocuk ulusal kahraman oldu
Bu üç resmin hepsi de aynı yıla aittir. 1887'de, Ensor'un fikirlerindeki heyecanın artmasıyla, dünyanın sonunun geldiğine dair bazı izler görülür. Bir yıl sonra, gösterime konulmamış, en destansı yapıtı, İsa'nın Brüksel'e Girişi'ni 1889'da tamamlayacaktır. Ancak birkaç yıl önce buradaki kadar arzulu ve hararetli bir biçimde yaptığı tabloyla karşılaştırılabilecek yapıtları da vardır.
1885'te yapılmış Canlı ve Parlak: İsa'nın Kudüs'e Girişi isimli devasa boyutlarda olanı: iki metre boyunda dev bir kağıda yapılmıştır. Geniş perde önü bir tiyatro temalı, aynı zamanda şehir sokakları, bize doğru yürüyen miğferli figürler ordusu, izleyicisini paniğe sürükler. Her yerde işaretler vardır, reklam sanatı (Les Impressionistes), ticaret (Charcutiers de Jerusalem), siyaset (Mouvment Flamand) ve kutlamalar (Hip hip hurrah). Karışıklığın ortasında, küçük bir ışık gibi, İsa bir eşeğe binmektedir.
Ensor hakkında araştırma yapan biri şifreleri muhtemelen çözebilirdi. Grafit düğümler üzerine oyalanan resim başarısını zamanla tanıyacaktır. Ancak bunun ötesinde, yön tabelalarının olduğu terimsel ve duygusal dünyalara giriş noktasıdır. Absürt ve ucubemsi tablo, Rembrandt'ın Yüz Florin Baskısı duvar kağıdına dönüştürülmüş bir versiyonuna benzer. Sonuç bir ibadet tasviri midir? Bir sosyal ifade? Yoksa bir "esir almak yok" karikatürü?
ancak sanat dünyasının onu hor göreceğinden emindi. Sanatının toptan eleştirilerle kabul görmemesi konusunda, merak limitlerinin ötesine geçen bir hırçınlıkla hassastı. 1880'lerin sonundan itibaren yaptığı çalışmalar bu görüşlere bir cevap niteliğindeydi, bir yüce şehitlik mertebesi beyanı.
Kendisini kafası kesilmiş, bağırsakları dökülmüş, çarmıha gerilmiş olarak çizdi. Küçük bir tablosunda sırıtan iki iskeletin çekiştirdiği salamura edilmiş bir ringa balığına dönüşür. Bir gravüründe onu "Ensor bir delidir" yazan duvara işerken görürüz.
Tuhaf bir şekilde, zamanla talihi döndü. Acımasızca eleştirdiği Belçika hükümeti 1895'te, erken dönem çalışmalarından birini satın aldı. Koleksiyoncular ilgilerini göstermeye başladı. Yazarlar onun hakkında iyi şeyler söylemeye başladı. Ensor bu sayede yumuşamaya başladı.
Her zamanki gibi maske ve diğer yardımcı eşyalarıyla dolu stüdyosuna döndü. Çizdiklerinin çoğu eski çalışmalarıydı. Çizdiği kopyalarla hem para kazanmayı hem de sanat eserlerinin daha uzun ömürlü olmasını umuyordu. 1929'da Kral tarafından baron ilan edildi. 1949'da Ostend'de ulusal bir kahraman olarak öldü.
Kendi zamanının ötesinde
Bu resmî yaltaklanma hikâyesini hayret verici buluyorum. İnsanlar, ölümün kafalarına, İsa resimlerine, çürüyen yönetici figürlerine ve bir çite sıralanmış karga gibi papazlara baktıklarından onun sanatını gerçekten anlıyor muydu? Belki de ölüm sahası Birinci Dünya Savaşı'na ait olsa hepsinin bir anlamı olabilirdi. Bugün nasıl şöyle bir göz atıp geçenlerin yaptığı gibi ya hiç fikirleri yoktu ya da ilgilerini çekmiyordu. Bu sebeple onlar için Ensor, kendi zamanının ilerisinde kültürel bir bilinmez miydi?
Onun hiçbir zaman popüler olmayacağı açık. Van Gogh kadar ileri görüşlü ve nevrotik Edvard Munch'ten çok daha yaratıcı, ancak stil ve gösteriş gibi konularda yetersizdi. Yıldızlı Gece veya Çığlık tablolarını çizmedi. Ne çizdiğine gelince; bir ortaçağ ölüm dansının kişisel ve tartışmalı modern terimlerle koreografisinin yapıldığı, çoğumuzun bağdaştırmadığı ya da duymak istemediğimiz çizdi.
Bir asistan küratör Anna Swinbourne'un, Jane Panetta ve sanat tarihçisi Susan M. Canning ile düzenlediği Modern Sanatlar Müzesi sergisi sanatçının, sanatçıya gösterisiydi. İçci-Dışçı akımı müzakere etmeye çalışan, şiddet ve ışık takıntısı olan, deliliğin göreceli olduğunu biliyordu Ensor. Herkesin karşısına, sanatın gerçekte yüksekteki
küçük bir yerde bir dua kısalığındaki mesafesinde olduğunu göstererek çıkacak.
alıntıdır