Eski eserlerin araştırılması konusunu işleyen bilim dalları, arkeoloji ile sanat tarihidir. Bunlar geçmiş kültürlerin, taşınabilir veya taşınamaz maddî varlıklarını araştıran ve değerlendiren bilim dalları olup, tarih bilimine de yardımcı dallardır. Arkeoloji, Batı’da oldukça geç ilgi uyandırmış bir daldır. Ancak, 18.yy. içlerinde arkeoloji bilim dalının esaslarının kurulmasına başlanmış ve çalışma metotlarının uygulanmasına girişilmiştir. Buna karşılık sanat tarihi daha da geç doğmuş olan bir bilim dalıdır. Önceleri, bu iki bilim dalı birbirinden tamamen ayrı olarak düşünülür ve uygulamaları yapılırdı. Halbuki, yakın tarihteki gelişmeler şunu göstermiştir ki sanat tarihi ve arkeoloji birbirine girift iki bilim dalıdır. Eski eserlerle uğraşan arkeolog, ilk çağ öncesinden itibaren insanların bıraktıkları taşınabilir veya taşınamaz kalıntıları bulup ortaya çıkarmakla görevlidir. Bu yoldaki çalışmaların nasıl yapılacağının metodu vardır ve arkasından da üzerinde araştırma yapılan eserlerin değerlendirmesine geçilir. Genellikle, arkeoloğun eserleri bulup ortaya çıkarması, eğer bunlar taşınabilir eserler ise bir müzeye koymaları ve bir de tarihi ve estetik varlıkları üzerinde bir değerlendirme yapmaları yeterli görülür. Sanat tarihçisi, ise yine eski medeniyetlerden kalmış taşınabilir veya taşınamaz hatıraları doğrudan doğruya değerlendirip, tarih ve kültür tarihi içindeki yerlerine yerleştirmekle uğraşır. Bu iki bilim dalı, 18. yy.’dan sonra ortaya çıktıklarında, bu genel prensipler içinde gelişmişlerdir. Fakat 20.yy.’ın ortalarından itibaren artık anlaşılmıştır ki her iki bilim dalının çalışma sistemlerinde değişiklik yapılması ve bir arkeoloğun sanat tarihi metodlarını uygulamasını bilmesi, aynı şekilde bir sanat tarihçisinin de bir arkeolog gibi onun metotlarını uygulayabilmesi gereklidir.
Bugün artık arkeolog, bulduğu veyahut karşılaştığı eserleri sanat tarihi bakımından değerlendirerek, tarih içindeki yerine yerleştirerek; sanat tarihçisi de yalnız ortada olan bir eski eseri değerlendirmek için çalışmakla kalmayıp, gerektiğinde bir arkeolog gibi kazı yaparak araştırmaları gerçekleştirmektedir. Nitekim, yabancı arkeologların kazısıyla geçmiş yıllarda sadece bazı parçaları toprak üstünde olan, ünlü “Didyma Mabedi” bütünüyle meydana çıkarıldıktan sonra, sanat tarihi bakımından incelenerek, mimarisi ile benzerleri içindeki yerine oturtulmuştur. Aynı şekilde, Antalya’nın Doğu’sundaki, Side antik şehrinin kalıntıları arkeoloji metodlarına göre kazılıp ortaya çıkarılmış ve buluntular sanat tarihine göre değerlendirilmiştir. Tamamen bir sanat tarihi araştırması olan Selçuklular dönemine ait Kubat Abat Sarayı ise sanat tarihçileri açısından bir arkeolog gibi çalışmak suretiyle ortaya çıkarılmıştır. Aynı husus, İznik’te Osmanlı dönemi çini fırınlarının bulunmasında çalışan sanat tarihçileri için de söylenebilir. Son yıllarda Edirne’de 1877-78 Türk-Rus Savaşı sırasında tamamen yok olan sarayın, toprak yığını halindeki kalıntıları da, Osmanlı sanatına ışık tutmak üzere, arkeoloji metodlarıyla ortaya çıkarılmaya çalışılmaktadır. Bu bir kaç örnek, arkeoloji ve sanat tarihi bilimlerinin aralarındaki bağlantıyı açık olarak gösterir.
Bu dallardaki araştırmaların gayesi ve geçerliliği nereden kaynaklanır? Bu sorunun cevabı sadece turizm değildir. Eski eserler bulunur, meydana çıkarılır, değerlendirilir ve turist de bunları görür geçer. Ancak, eski eserlerin tespiti ve incelenmesi, başka bakımlardan geçerliliğini korumaktadır. İstanbul’da son yarım yüzyıl içinde bazı kâgir büyük binalar yapılırken, toprağın derinliklerinde ortaya çıkarılan dikine çakılmış ağaç kazıklar daha Roma döneminde toprağın sağlamlığına güvenilmediğine ve orada yapılacak binanın temeline oturtulmadan önce, bu kazıkların çakıldığını ortaya koymuştur. Böylece, Antik Çağ'a ait arkeolojik bir buluntu, günümüzün mimarına bir uyarıda ve onun projesini nasıl hesaplaması gerektiğine eski bir kalıntıyla uyarıda bulunmaktadır. Bir süre önce Toros Dağları’nın Akdeniz’e bakan yamaçlarında 14 yıl boyunca yaptığımız toprak üstü araştırmalarda, bu dağlık bölgede kaya içine oyulmuş muntazam bir biçime sahip havuzların çokluğu dikkatimizi çekmiştir. Bu havuzların yanlarında, yine aynı kayadan yontulma yuvarlak bir çukur vardı. Bu çukurdaki ürünün suyu ise dikdörtgen şeklindeki bir sarnıca akıtılıyordu. Dağlarda sayıları yüzleri geçen bu sarnıçların, zeytinyağı presleri olduğunu keşfettik ve bu dağlarda rastlanan yabanileşmiş zeytin ağaçları bir zamanlar buralarda zeytinlikler olduğunu ve buralarda yaşayan insanların bu zeytinleri işleyerek faydalandıklarını gösteriyordu. Halbuki aynı bölgenin dağlarında rastladıklarımız ve kıl çadırlarında yaşayan göçerler ellerinde geçimlerini sağlayacak verimli bir şey olmadığından şikayet ediyorlardı. Bu ıssız tepelerde, yamaçlarda sık sık rastlanan eski yerleşim yerleri kalıntıları, bu zeytinyağı preslerini yapan ve kullanan insanların evlere ve oldukça heybetli kiliselere sahip olduklarını gösteriyordu. Yarım yüzyılı aşkın bir süre önce, burada valilik yapmış bir kişi, hayatını anlattığı bir kitapta, dağlardaki gezintisi sırasında rastladığı yabanî zeytin ağaçlarını aşılamak suretiyle buraya canlılık vermeyi düşündüğünü yazmıştır. Kısacası, şu birkaç örnek arkeoloji ve sanat tarihinin verilerinin bugünün teknolojisine ve sosyal ekonomisine yardımcı olabilecek değerlere sahip bulunduklarını gösterir. Çok yıl önce, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde İstanbul’un Haliç’i hususunda bir sempozyum düzenlenmişti. Bir çok teknik konunun ele alındığı bu konuşmaların başında ben de bir sanat tarihçisi olarak, Haliç’in geçmişine dair bir bildiri sunmuş ve bu konuşmada Haliç’in tarih içinde iki yakasının nasıl değerlendirildiğini bir takım slaytlar yardımı ile ortaya koymaya çalışmıştım. Konuşmam bittiğinde, beni destekleyerek o güne kadar hiç tanımadığım ve tamamen teknik bir dalda uzman bir mühendis profesör söz alarak, bir konunun tekniği araştırırken tarih içindeki evveliyatını aydınlığa çıkarmanın gerekliliğini vurgulamıştı.
Bazılarının ileri sürdükleri gibi “tarih” nasıl masal gibi okunacak bir bilim değilse, onun yardımcısı olan arkeoloji ve sanat tarihi de geçmişin izlerini ve kalıntılarını eşeleyip meydana çıkaran ve bunların ne olduklarını meraklılarına anlatmaya çalışan bilim dalları değildir. Bunlar, geçmiş insanların faydalandıkları bir çok hususları günümüzün insanlarına da işaret eden, yol gösteren bilgileri aktarırlar. Bu eserlerin başka bir tarafı da geçmişin güzellik anlayışını göstermesidir. Bu eski eserler estetiğinin anlaşılmasında ve bugün bundan faydalanılmasında rol oynayabilir. Fakat bütün mesele bundan faydalanmasını bilmek gerektiğidir. Eski sanatlarda önemli olan, insan ölçüleriyle dengeli orantılardır. Eski Mısır’ın ünlü piramitleri muazzamdır; fakat güzel değildir. Osmanlı döneminde yapılmış mütevazı bir mahalle çeşmesi basit mimarisi ve zarif bezemeleri ile çok daha gözü okşar. Seyirciyi şaşırtacak ve göz kamaştırıcı olan ayrıntıları karşısında eski yapılardaki sadelik ve ölçülü güzellik, günümüzün eserlerinde de ön plânda gelmelidir. Kuzey Afrika’nın bir merkezinde, uzunluğu 160-170 metreyi geçen bir cami bugün seyirciyi şaşırtabilir. Fakat küçük bir mahalle mescidinin zarif görüntüsüne sahiptir denilemez. Eski bazı ustalar, göz kamaştırmak gayesiyle yapılarının iddialı ayrıntılar ile bezenmesine özen göstermişlerdir. Bağdat’ta Kâzımen Camii’nin altın yaldızlı kubbesi göz kamaştırır. Fakat görüşümüze göre estetik bir başarı sayılamaz. 19. yy. ortalarında Rusların Bulgaristan dağlarında Sıpka geçidinde yaptıkları hatıra kilisesi de yine böyledir. Altın yaldızlı kubbesi, Türklere karşı kazandıkları bir başarının simgesi olmaktan ileri gidememiştir. Şiilerin en önemli dinî merkezlerinden biri olan Kerbela’daki büyük caminin bütün kubbe, tonoz ve kemerleri aynalarla kaplanmıştır. Seyirciyi çok şaşırtan bu özellik, belki ilgi çekicidir. Fakat şurası bir gerçek ki bir güzellikten yoksundur. Türk sanatında İznik çiniciliğinin en parlak dönemi olan 16. yy. da yapılan Süleymaniye Camii’nde, çini sadece kıble duvarında, mihrabın içinde ve etrafında kullanılmıştır. Halbuki o çağda pekâlâ o caminin, değil iç duvarları, kubbesinin içine kadar bütün yüzeyleri çinilerle kaplanabilirdi. Böylece ölçülü estetik duygusu geçmişteki varlığını, geleceğin ustalarına da öğretmelidir. Süleymaniye’de Koca Sinan, mimari çizgilerin hâkimiyetine önem vermiş ve bezemenin onu boğmamasını sağlamıştır. Halbuki yine İstanbul’da aynı mimarın eseri olan fakat yapısı itibarîyle son derece gösterişsiz ve basit Ramazan Efendi Camii’nde iç duvarların bütün yüzeylerinin çinilerle kaplı olduğu dikkati çeker. Mimarî için söylenen bu ölçülü ve orantılı estetik duygusu, diğer sanat dallarında da kendisini belli eder. Klasîk dönemde bir kitap cildinin dış yüzüne asılan altın yaldızlı bir şemse, bu sadelik duygusunun bir işaretidir. Türk sanatı 18. yy. ın ikinci yarısından sonra Batı’dan gelen yeni sanat akımlarının yozlaştırılması ile, bu sadelik ve orantı güzelliklerini ihmal etmiştir. Yurdumuz, tarih öncesi çağdan itibaren, çeşitli medeniyetlerin bıraktıkları taşınabilir ya da taşınamaz çeşitli değişik eserlere sahiptir veya bir vakitler sahip olmuştur; çünkü, bunlardan büyük bir kısmı tahrip edilmiş, çok daha büyük bir kısmı ise batının müze veya özel koleksiyonlarına taşınmıştır. Böylece yurdumuzda hâlen daha, tarih öncesi ve sonrasına ait her dönemin eserlerine rastlanmaktadır. Bunların kalanlarının hiç değilse, korunmalarının ve ilerdeki yüzyıllara geçişlerinin sağlanması beklenir. Fakat bu hususta ümitsizliğe de düşülmektedir. Bu da Türkiye’nin her tarafını bir kanser gibi sarmış olan define arama merakıdır. Bugün en cahil köylüden, en yüksek seviyedeki devlet görevlisine kadar bu hastalığa düşmüş olanlar vardır. Bu yazımız, yurdumuzda bir yara olan definecilik hakkında değildir. Her eski eserde bilhassa bir hazine bulunduğunu sanan günümüz insanlarının nasıl tahripler yaptığını başka bir vesile ile ele alabiliriz. Halbuki, hazine veya define bulma ümidi ile yapılan tahribat önlenirse bu eserler, günümüz gerçeğinde bir defineden daha fazla değer getirebilir. Güney Anadolu’da, Manavgat Çayı’nın çıktığı yerden, kıyıdaki antik Side şehrine, Roma Çağı'nda su akıtan kanalların, dehlizlerin ve kemerlerin içinde bir define olamayacağı açıkça bellidir. Bu su şebekesinin ilmî bakımdan incelenmesi, bir vakit bu bölgede yaşayan insanların sudan nasıl faydalandıklarını gösterir. Arkeolojik bir buluntu bugünün gerçeği ile karşılaştırılarak hâlâ işe yarayabilecek bir projeye ışık tutabilir. Amasra ile Bartın arasında bir dağ yamacına yontulmuş bir yol kalıntısı vardır. Bu yolun kenarında, dağın Karadeniz’e bakan yüzeyinde niş içinde bir imparator tasviri kabartması ile yanında yine aynı kayadan yontulma bir yarım sütun ile üstünde bir kartal kabartması vardır. Son seksen yılda içinde inanılmaz hazineler bulunduğu inancıyla bu kabartma dinamitle iki defa biri çok yakında olmak itibariyle tahribe uğramıştır. Halbuki üzerindeki kitabeden anlaşıldığına göre, ‘Kuş Kayası’ denilen bu eski eser Roma Çağın'da İmparator Cladius döneminde bulunan Roma garnizonunun komutanı Julianus Aqulea tarafından açılan, dağ yolunun kenarına yapılmış, bir dinlenme yeridir. Bir yol anıtı olan bu tarihi sanat eseri, az rastlanır bir varlık olmasına rağmen, içinden tonlarla define çıkacağı inancıyla dinamitle tahrip edilmekte ve bu anıtın gerçek hüvviyeti bütün uyarı ve yayınlara rağmen günümüz insanlarına öğretilememektedir. Bir anayolun hemen kenarında olan bu anıt, çevresinde yapılacak bir düzenlemeyle ve bir kır kahvesinin kurulmasıyla mükemmel bir mola verme yeri olabilir ve günümüz insanları burada oturduklarında bir panoda yapılacak bir açıklama ile burasının ikibin yıl önce açılmış bir şehirler arası yolunun anıtı olduğunu öğrenebilirlerdi. Tabî bunlar dışında son günlerde bir haber olarak öğrendiğimiz, Konya Ereğlisi dolaylarında İvris Suyu’nun çıktığı yerde, kayaya Hitit devrinde işlenen kabartmanın nişangâh diye kullanılıp, büyük ölçüde tahrip edilmesi de hazin ve acıklı bir olaydır. İvris Suyu, tarihin her çağında tarım ürünlerine bereket getiren ve ovayı besleyen bir kaynak olduğu için, bir Hitit tanrısı ile bir kralı tasvir eden bu kabartma aynı zamanda ovanın tarım verimini de ortaya koyan tarihî bir belge idi. Bu tarihî gerçeği duymaktan ve anlamaktan yoksun bir takım insanların varlığından dolayı da üzüntü duymamak mümkün değildir. İstanbul’da son günlerde medyada bildirilen ve bir televizyon kanalında da gösterilen korkunç bir tahrip örneği de Eminönü’nde Yeni Caminin Hünkâr Kasrında cereyan etmiştir. Duvarları çok değerli çinilerle kaplı olan ayrıca mimarisi ve sedef ile bağ kaplamalı ahşap kapı kanatları gibi unsurlarıyla başka bir benzeri olmayan bu küçük mekân Türk sanatı tarihindeki benzersiz değeri hesaba katılmaksızın insafsızca tahrip edilmiş ve birilerine satılmak üzere çiniler sökülüp götürülmüştür. Türk kültür tarihine karşı işlenen bu vahşi cinayetin esas başlangıcı ise böyle bir eseri günümüz insanına bütün güzelliği ile göstermekten kaçınıp, bakımsız bir halde bırakan ve âdeta çökmesini bekleyen ilgililerde aramak gerekir. Buraya sahip çıkması gereken makamın yeteri kadar ilgi göstermemesi vahşi cinayetin işlenmesini de kolaylaştırmıştır. Zaten çatısı bile çökmek üzere olan bu kasrın tahribi Türk kültür tarihi bakımından düzeltilmesi imkânsız bir kayıp olacaktır. Halbuki, bu kasır şehrin en merkezî bir yerinde bakımlı ve hatta içi eski zevke göre döşenmiş olarak korunmuş olsa, günümüz insanlarına eski bir yaşantının canlı bir görüntüsünü sağlayabilirdi. Arkeoloji ve sanat tarihi çerçevesine giren eski eserlerin, günümüz gerçeklerine uygunluğu da böylece anlaşılmaktadır. Bütün mesele insanlarımızın bu tür kalıntıları gerçek anlamlarıyla bilmeleri ve tanımalarına dayanır.