PERGE
Pamphylia’nın önde gelen şehirlerinden biri olan Perge, Kestros (Aksu) Nehri’nin 4 kilometre batısında iki tepe arasındaki geniş bir ovanın üzerinde kurulmuştur.
M.Ö. dördüncü yüzyılda yaşayan ve Perge’den söz eden ilk yazar olan Skylax, şehrin Pamphylia’da olduğunu ifade eder. Yeni Ahit’de Havarilerin Faaliyetleri bölümünde “... Paul ve yoldaşları Paphos’tan ayrıldığı zaman Pamphylia’daki Perge’ye geldiler” cümlesi eski çağlarda Perge’ye denizden ulaşılabiliyor olduğunu gösterir. Tıpkı Kestros’un bugün uygun iletişim sağlaması gibi, eski çağlarda da dalgıçlar bölgeyi daha üretken kılıp Perge’de deniz ticaretine olanak sağlayarak önemli rol oynarlardı. Perge denizden 12 kilometre içerde olmasına rağmen, Kestros sayesinde bir kıyı şehri gibi denizin avantajlarından yararlanabiliyordu. Üstelik, içerde olmasından dolayı denizden gelen korsan saldırılarından da korunmuş oluyordu.
Üçüncü ya da dördüncü yüzyıl dünya haritasının geç dönem kopyalarında Perge, Pergamum’da başlayan ve Side’de biten ana yolun yanında gösterilir.
Strabo’ya göre, şehir Truva Savaşı’ndan sonra Mopsos ve Kalkhas isimli kahramanların liderliğinde Argos’tan gelen koloniciler tarafından keşfedilmiştir. Dilbilimsel araştırmalar Achaean’ların Pamphylia’ya M.Ö. ikinci bin yılın sonlarına doğru girdiğini doğrular. Bu çalışmalara ek olarak, 1953’te Perge şehrinin Helenistik giriş kapısının avlusunda yapılan kazılarda bulunan M.S. 120 – 121 yıllarına ait yazıtlar da bu kolonileşmeye tanıklık eder; heykellerin altlarındaki yazılarda şehrin efsanevi kurucularından Mopsos, Kalkhas, Riksos, Labos, Machaon, Leonteus ve Minyasas adlı yedi kahramandan söz edilir.
Dördüncü yüzyılın ortalarına kadar Perge ile ilgili daha fazla yazılı kayıt yoktur. Bununla birlikte, Büyük İskender’in gelişine kadar Perge’nin Perslerin yönetiminde bulunduğu su götürmez bir gerçektir.
M.Ö. 333’te Perge hiç direnmeden İskender’e teslim olmuştur. Perge’nin bu teslimci davranışı, olumlu politikasının yanı sıra o dönemde şehrin henüz koruyucu surlarla çevrilmemiş olması ile de açıklanabilir.
İskender’in ölümünden sonra, Perge kısa bir süre Antigonos’un nüfuz alanına ve daha sonra Seleucid egemenliği altına girmiştir. Seleucidler ve Pergamum kralı arasındaki sınır anlaşmazlığı, Apamea Antlaşması’ndan sonra da devam edince Roma Konsolosu Manlius Vulso M.S. 188’de arabulucu olarak Roma’ya gönderilmiştir. Manlius Vulso, III Antiochos’un Perge’de bir garnizona sahip olduğu öğrenince Pergamum Kralı’nın ısrarı ile şehri kuşatmıştır. Bu noktada, garnizon komutanı, konsolosu Antiochos’un izni olmadan şehri teslim edemeyeceği konusunda bilgilendirmiş ve bunun için otuz güne ihtiyacı olduğunu söylemiştir. Bu sürenin sonunda da Perge Pergamum’un eline geçmiştir.
Yaklaşık olarak M.Ö. 133’te Pergamum Krallığı Roma’ya devredildiğinde Perge, tam bağımsız olmuştur.
M.Ö. 79’da Romalı devlet adamı Cicero, bazı davalarda savcılık görevi yürüten konsey yardımcısı Kilikyalı Gaius Verres’in kanunsuz davranışlarını senatoya şu ifadelerle anlatmıştır: “Bildiğiniz gibi, Diana’nın Perge’de çok eski ve kutsal bir tapınağı var. Şunu iddia ediyorum ki, bu tapınak da Verres tarafından soyulmuş, yağmalanmıştır ve Diana’nın heykelinden altın koparılmış ve çalınmıştır.”
Perge’de kutsal sayılan tanrı ve tanrıçalar arasında Artemis’in önemli bir yeri vardır. Pamphylia lehçesinde Vanassa Preiia denilen bu eski Anadolu tanrıçası, Helenistik dönem madeni paralarının üzerinde bu adla görülür ve Yunan kolonileşmesinden sonra Artemis Pergaia adını alır. Madeni paraların üzerine kült heykel ya da kadın avcı olarak basılmasının yanı sıra, Perge’nin Artemis’i kazılarda bulunan bir çok heykel ve rölyefin de konusudur. Kare taş blok üzerinde kült heykel biçimindeki bir rölyef özellikle ilginçtir. Artemis Pergaia kültü, daha birçok şehirde, hatta Akdeniz çevresindeki ülkelerde bile görülür.
Eski dünyada Artemis Pergaia’nın bu kadar ünlü olmasına rağmen, ona ait tapınağın izleri henüz bulunamamıştır. Şimdilik, Artemis’in altınla bezeli heykelini koruyan ve boyutları, güzelliği ve mimarisi antik yazarlar tarafından göklere çıkarılan bu ünlü anıtın madeni paralardaki şematik betimlemelerinden edinebildiğimiz bilgilerle yetinmeliyiz.
M.S. 46’da , Perge Hıristiyan dünyası için önemli bir olaya ev sahipliği yapmıştır. Yeni Ahit, Havarilerin Faaliyetleri bölümünde, St. Paul’ün Kıbrıs’tan Perge’ye oradan da Pisidia’daki Antiocheia’ya gittiği ve sonra Perge’ye dönerek bir vaaz verdiği anlatılır. St. Paul daha sonra şehirden ayrılarak Attaleia’ya gitmiştir.
İmparatorluk döneminin başlangıcından itibaren, Perge’de iş projeleri hayata geçirilmiş ve M.S. ikinci ve üçüncü yüzyıllarda şehir yalnızca Pamphylia’nın değil, tüm Anadolu’nun en güzel şehirlerinden biri haline gelmiştir.
Dördüncü yüzyılın ilk yarısında, Büyük Konstantin (324 - 337) krallığı sırasında, Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olmasıyla birlikte, Perge, Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olmuştur. Şehir beşinci ve altıncı yüzyıllarda da bir Hıristiyanlık merkezi olmayı sürdürmüştür. Sık görülen isyan ve akınlara karşı, kendilerini yalnızca akropolisin içinde savunabilen vatandaşlar, şehir surlarının içine çekilmişlerdir. Perge yedinci yüzyılın ortalarında baş gösteren Arap akınlarıyla kalan gücünü kaybetmiştir. Bu dönemde şehrin bir kısmı Antalya’ya göç etmiştir.
Şehre giren bir kişinin karşılaştığı ilk bina, Kocabelen Tepesi’nin güney eteklerine inşa edilmiş Yunan-Roma tipi tiyatrodur. Yarım daireden biraz daha büyük olan cavea (seyirci oturma yerlerinin bulunduğu alan), ortasından geçen geniş bir diazomayla (yatay geniş basamak) ikiye ayrılmıştır. Toplam 13000 kişilik tiyatro diazomanın altında 19, yukarısında 23 oturma sırasından oluşur. Roma tiyatrosu mimari kurallarına uygun olarak, giriş ve çıkış yolu olarak kullanılan tiyatro galerilerinde, izleyiciler diazomaya her iki uçtan, kemerli geçitlerden ve merdivenlerden geçerek her iki tarafta da bulunan paradoslardan (yan çıkış kapıları) ulaşırlar ve buradan da oturacakları yerlere dağılırlardı.
Cavea ve sahne arasında orkestraya ayrılan alan, yarım daireden biraz daha geniştir. Orkestra alanı, üçüncü yüzyıl ortalarında gladyatör ve vahşi hayvan dövüşlerinin popüler olduğu zamanlarda arena olarak kullanılmıştır. Bu alanın etrafı, hayvanların kaçmasını engellemek için Herme formunda yapılmış mermer toplar arasından geçen oyma panellerle çevrilmiştir.
Kısmen ayakta duran iki katlı sahne harabesi, sütunlu mimarisi ve heykel süslemeleriyle M.S. ikinci yüzyılın ortalarına tarihlendirilebilir. Harabenin cephesinde sanatçıların girişlerini ve çıkışlarını sağlayan beş kapı arasındaki sütunlar yukarıdaki dar bir podyumu destekler. Tiyatronun en belirleyici özelliği, podyumun bu yüzünü süsleyen mitolojik konulu rölyeflerdir. Sağdaki ilk rölyef, mitolojide nymph (su, dağ ve ormanlarda yaşayan periler) olarak bilinen kadınlardan biri ile Perge’nin can damarı Kestros (Aksu) Nehri’ni kişileştiren yerel bir tanrıyı betimler. Buradan itibaren rölyefler sırasıyla, şarap tanrısı ve tiyatroların kurucusu ve koruyucusu olan Dionysos’un tüm hayatını anlatır. Dionysos, Zeus’un ve bir kralın kızı olan ve baharla karşılaştırılan güzelliği dillere destan Semele’nin oğludur. Kocasını sürekli kıskanan Tanrıça Hera, oğlu ile birlikte Semele’den kurtulmak ister. Tanrıça, Semele’yi kandırmak için kızın annesinin kılığına girer ve Semele’den Zeus’u tüm ihtişamı ve gücüyle görmesine izin vermesi konusunda ikna etmesini ister. Her şeye inanan Semele oyuna gelir ve Zeus’a razı olması için yalvarır. Sevgilisinin yalvarışlarına dayanamayan Zeus, iki tekerlekli at arabasıyla Olympos’tan iner ve onlara görünür ancak, ölümlü Semele, Zeus’un parlaklığına dayanamaz ve alevler içinde kül olur. Ölürken, doğmasına henüz zaman olan aşkının meyvesine hayat verir ve onu alevlerin dışına fırlatır. Zeus bu erkek bebeği alır, kendi kalçasını yararak bebeği yerleştirir ve yarayı diker ve bebeği normal doğum zamanı gelene kadar orada saklar. Bu nedenle önce annesinin rahminden daha sonra da ikince kez babasının kalçasından dünyaya gelen çocuğa Dionysos-born (çifte doğan) adı verilir. Böylece, bebek Hera’nın kötülüklerinden korunabilmesi, beslenebilmesi ve yetişkinlik çağlarına erişebilmesi için, Hermes tarafından Nysa Dağı’ndaki nymph’lere götürülür. Nymphler, burada çocuğu özel ilgi ve sevgiyle büyütürler. En sonunda, genç bir adam olan Dionysos bir gün mağaranın duvarlarında yetiştirilen asmalardaki tüm üzümlerin suyunu içer. Şarap, böylece keşfedilir. Yeni içkisini dünyanın her köşesine tanıtmak ve asma kültürünü yaygınlaştırmak için şarap tanrısı, iki panterin çektiği iki tekerlekli arabasıyla dünya turuna çıkar.
Ne yazık ki, bu güzel kabartmaların önemli bir bölümü sahnenin çökmesi sonucu hasara uğramıştır. 1985’de başlayan kazılar süresince bulunan bu parçalar, orijinalinde yapının değişik konulardaki daha fazla frizle süslendiğinin kanıtıdır. Yapının hangi bölümüne ait olduğu hala anlaşılamayan 5 metre uzunluğundaki bir frizin konusu özellikle ilginçtir. Bu frizde, Tyche sol elinde bir bereket boynuzu ve sağ elinde bir kült heykel taşır. Bunun her iki tarafında tanrıçalarına kurban etmek için boğalar getiren bir yaşlı adam ve iki gencin figürleri vardır.
Tiyatrodan şehre giden asfalt yolun sağında eski çağlardan günümüze kalan en iyi korunmuş stadyumlardan biri vardır. 34x334 metre ölçülerindeki bu büyük dikdörtgen yapı, kuzey ucunda at nalı şeklindedir ve güneyi açıktır. Binaya büyük olasılıkla bu noktadan anıtsal ahşap bir kapıdan geçilerek girilmekteydi. Stadyumun altında, uzun kenarlarının her birinde otuzar ve kuzey ucundaki kısa kenarında on tane olmak üzere toplam yetmiş kemerli oda bulunmaktadır. Bu odalar birbirlerine bağlıdır ve her üç bölmede bir tiyatroya giriş vardır. Bu bölmelerin günümüze kadar ulaşabilenlerinin üzerindeki, sahiplerinin adının yazılı olduğu ve çeşitli malların listelendiği yazıtlardan bu yerlerin dükkan olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Kemerli odaların üzerinde bulunan oturma sıraları 12,000 kişilik oturma kapasitesi sağlar. Üçüncü yüzyılın ortalarında gladyatör vahşi hayvan dövüşleri popüler olunca, stadyumun kuzey ucu koruyucu kafeslerle çevrilmiş ve arenaya dönüştürülmüştür. Mimarisi ve taş işçiliği, bu büyük yapının M.S. 2. yüzyıla ait olduğunu kanıtlar.
Şehir surlarının dışında kalan dikkate değer bir başka kalıntı da Bithynia Valisi Plancius Verus’un kızı Plancia Magna’nın lâhdidir. Şehrin anıtlarla ve heykellerle bezeli birçok yerine sahip olan ve Perge’deki kamusal işlerin başını çeken Plancia Magna, varlıklı ve yurttaşlık bilincine sahip bir kadındı. Topluma yaptığı hizmetlerden ötürü, halk, meclis ve senato Plancia’nın heykellerini dikmiştir. Çeşitli yazıtlarda Plancia’nın adı şehrin idaresindeki en üst düzey memurluk olan “demiurgos” sıfatı ile birlikte yazılır. Buna ek olarak, Plancia Magna, ömür boyu tanrıların anası rahibesi, Artemis Pergaia rahibesi ve imparatorluk kültü baş rahibesi idi.
Perge’nin büyük bir kısmı, bazı bölümlerinin tarihi Helenistik döneme kadar uzanan surlarla çevrilidir. İstihkam duvarlarının üzerine 12 – 13 metre yüksekliğinde kuleler inşa edilmiştir. Ancak sürekli barışın ve sükunetin sağlandığı Pax Romana döneminde surlar önemini yitirmiş ve duvarların ötesinde tiyatro ve stadyum gibi yapılar hiç korkmadan inşa edilmiştir. Dördüncü yüzyılda yapılan surlardaki geç döneme ait kapıların birinden geçerek şehre giren biri, daha sonraki dönemlerde yapılan duvarlarla çevrili 40 metre uzunluğunda küçük, dikdörtgen bir avluya gelir. Bu avludan zafer takı formunda ve oldukça süslü ikinci bir kapıya, güney kapısına geçilir. Bu kapı, 92 metre uzunluğunda ve 46 metre genişliğinde trapezoid biçimli avluya çıkar. İmparator Septimus Severus ( M.S. 193 - 211) hükümdarlığı süresince tören alanı olarak kullanılan bu avlunun batı duvarında anıt çeşme ya da nymphaeum vardır. Yapı, geniş bir havuzun arkasında iki katlı zengin süslemeli bir bina cephesinden oluşmaktadır. Yazıtından yapının, Artemis Pergaia, Septimius Severus ve karısı Julia Domna ve oğullarına ithaf edildiği açıktır. Nymphaeum kazılarında bulunan binanın cephesine ait bir yazıt, bina cephesinin parçaları ve Semptimius Severus’un ve karısının mermer heykelleri, şimdi Antalya Müzesi’ndedir.
Nymphaeum’un tam kuzeyindeki anıtsal koridor, Pamphylia’daki en geniş ve en muhteşem hamama açılır. 13x20 metre ölçülerindeki geniş havuz (natacia), kamuya açık büyük spor alanının (palaestra) güney portico’sunda (sütunlu giriş) yarım daire formunda bir odanın içini kaplar. Palaestra, ön tarafta bir portico ile sınırlandırılır. Pergeliler palaestra’da spor yaptıktan sonra bu havuzda temizlenirlerdi. Ön cephenin dinamik mimarisinden, cephede kullanılan renkli mermerlerden ve dekor olarak kullanılan Genius, Heracles, Hygiea, Asklepios ve Nemesis heykellerinden, bu alanın göz kamaştırıcı bir güzelliğe sahip olduğu açıktır. Buradan bir başka kapı, gene havuzlu bir alan olan frigidarium’a (soğuk su odası) çıkar. Hamama girecek insanlar bu havuza girmeden önce havuzun kuzey kenarı boyunca sığ bir kanaldan akan suda ayaklarını yıkarlardı.
Varolan kanıtlar frigidariumun Muse (Zeus ve Mnemosyne’nin dokuz kızının, dokuz sanat dalı tanrıçası kız kardeşin her birine verilen genel ad) heykelleriyle bezendiğini gösterir. Buradan sonra birbirine bağlantılı tepidarium ve caldarium vardır. Bu odaların altında kazan dairesinden gelen sıcak havanın dolaşımını sağlayan ısıtma sistemine ait tuğla dizileri görülür. Roma hamamında yıkanmak çok aşamalı bir işlemdi. Hamama giren kişi ilk olarak apodyterium denilen bir odada giysilerini çıkartır ve bundan sonra spor yaptığı palaestra’ya girerdi. Gösterdiği fiziksel efor sonucu oluşan terinden ve kirinden arınmak için havuza girer ya da caldrium’daki sıcak suyla yıkanırdı. Buradan sonra, soğuk su banyosu için tepidarium’a ya da frigidarium’a giderdi. Roma döneminde hamam sadece yıkanmak için kullanılan bir yer değil, aynı zamanda erkeklerin günlerini geçirmek için buluştukları ya da çeşitli önemli konuları tartıştıkları bir yerdi. Frigidarium’un kuzeyindeki uzun dikdörtgen bölüm muhtemelen hamama gelenlerin gezindiği ve sohbet ettiği bir yerdi. Bu odanın batı duvarlarında uzun, mermer bir sıra vardır. Kazılar süresince birçok sütun tabanında bulunan yazıtlar, sütunların üzerinde bulunan heykellerin Claudius Peison isimli biri tarafından bağışlandığını gösterir.
İçerdeki avlunun kuzey ucunda Perge’nin en görkemli yapısı olan Helenistik giriş kapısı vardır. Tarihi M.Ö. üçüncü yüzyıla uzanan ve arkasında at nalı şeklinde bir avlu olan iki kuleden oluşan bu kapı, çağın savunma stratejisine uygun olarak akıllıca tasarlanmıştır. Kuleler üç katlıdır ve koni şeklindeki çatılarla örtülmüştür. Plancia Magna’nın yardımıyla, M.S. 120 ve 122 yılları arasında bu avlunun dekorasyonunda çeşitli değişiklikler yapılmış ve savunma için kullanılan bu yapı şeref avlusuna dönüştürülmüştür. Bina cephesini oluşturmak için kat kat renkli mermerler döşenmiş, birkaç yeni niş açılmış ve korinth tarzı sütunlar ilave edilmiştir. Alt kısımlardaki nişlerde Afrodit, Hermes, Pan ve Dioskouroi gibi tanrı ve tanrıçaların figürleri yer almaktaydı. Avluda yapılan kazılarda dokuz heykelin yazılı kaideleri bulunmuştur ancak heykellere henüz ulaşılamamıştır. Yazıtlara göre, muhtemelen yukarıdaki nişlerin içinde yer alan bu heykeller, tarihi belgelerde de anlatıldığı gibi Truva Savaşı’ndan sonra Perge’yi kuran efsanevi kahramanları temsil etmekteydi. İki heykel kaidesi üzerindeki yazıtta, M. Plancius Varus ve oğlu C. Plancius Varus’un isimleri Perge’ye karşı olan cömertliklerinden ve yüceliklerinden dolayı “kurucu” sıfatıyla yer almaktadır, kendilerine bu şeref uygun görülmüş ve Perge’nin ikinci kurucuları olarak kabul edilmişlerdir.
At nalı şeklindeki avlu kuzeyde Plancia Magna tarafından yaptırılan zafer takı şeklindeki anıtsal giriş kapısı ile sınırlandırılmıştır. Kazılarda ortaya çıkartılan heykel kaidelerindeki yazılar, giriş kapılarındaki nişlerde Nerva’dan Hadrian’a kadar olan süreçte hükümdarlık süren imparatorların ve karılarının heykellerinin durduğunu göstermektedir.
65 metrekarelik agora, Helenistik giriş kapısının doğusunda yer alır. Geniş bir stoa (kenarları sütunlu gezinti caddesi), dört bir kenardan dükkanlar dizili bir merkezi çevreler. Bu dükkanların zeminleri renkli mozaiklerle döşenmiştir. Kuzey portico’daki bir dükkanın önünde eski oyunlarda kullanılan ilginç bir taş görülebilir. Kişi başına altı taş ile oynanan ve bu taşların zar gibi atıldığı oyunun, benzer taşlara komşu şehirlerde de rastlanmasından dolayı, o dönemlerde bölgede popüler olduğu sanılmaktadır. Avlunun ortasında Side’deki agora’da (çarsı) olduğu gibi yuvarlak bir yapı vardır; bu yapının kesin özellikleri henüz bilinmemektedir.
Kuzeyden güneye şehir merkezi boyunca, restorasyon çalışmaları halen süren sütunlu bir cadde, acropolis’in (hisar) yakınında bulunan Demetrios-Apollonios Zafer Takının altından geçerek uzanmaktadır. Bu cadde doğudan güneye inen bir başka cadde ile kesişir. 250 metre uzunluğundaki bu caddenin iki kenarında, arkalarında sıra sıra dükkanlar bulunan geniş portico’lar vardır. Bu şekilde, iki tarafı sütunlu mimari, Romalıların perspektif anlayışlarını yansıtan çeşitli örnekler sunar. Ayrıca bu portico’lar insanlara kışın şiddetli yağışlardan ve yazın Perge’nin kavurucu sıcaklarından korunabilecekleri yer sağlardı. İklim koşullarına uygun olmasından dolayı, bu tip caddelere güney ve batı Anadolu şehirlerinde sık sık rastlanırdı. Perge’nin sütunlu caddesinin en ilgi çekici yanı yolu ortadan bölen havuzumsu su kanallarıdır. Nehir tanrısı Kestros tarafından akıtılan bu temiz ve berrak su, caddenin kuzey ucundaki anıt çeşmeden (nymphaeum) çıkar, oradan da durgun bir şekilde kanallara akar ve Pamphylia’nın kavurucu sıcaklarında Pergelileri bir nebze serinletirdi. Hemen hemen caddenin tam ortasında, portico’ya ait rölyeflerle bezeli dört sütun göze çarpar. İlk sütunda dört atın çektiği bir savaş arabasına binen Apollo; ikinci sütunda avcı kadın Artemis; üçüncü sütunda şehrin mitolojik kurucularından Calchas ve son olarak dördüncü sütunda şans tanrıçası Tyche (Şans) betimlenmiştir.
Ana yol, akropolisin ayağında M.S. ikinci yüzyılda inşa edilen bir başka nymphaeumda (anıt çeşme) son bulur. İki katlı yapının zengin cephe mimarisi ve sayısız heykelleri, yapıyı Perge’nin en dikkat çekici anıtlarından biri yapar. Kaynaktan getirilen sular, çeşmenin tam ortasındaki nehir tanrısı Kestros heykelinin altından aşağıdaki havuza boşalır ve buradan kanallar yoluyla caddelere akardı.
Caddelerin kesiştiği Apollonios Zafer Takından sola dönüp Helenistik kapıdan geçince Perge’nin en eski binası olarak bilinen palaestra ile karşılaşılır. Burada, öğretmenleri denetiminde şehrin gençleri güreş antrenmanı ve beden eğitimi yaparlardı. Bir yazıta göre, odalarla çevrilmiş olan açık alandan oluşan bu büyük kare yapı, C. Julius Cornutus tarafından M.S. 41 – 54 yılları arasında hüküm süren İmparator Claudius anısına yaptırılmıştır.
Sanatçılar tarafından mermer bir kente dönüştürülen Perge, modern şehir planlamacılarını kıskandıracak kusursuz şehir planıyla gerçekten muhteşemdi.
Birinin şehrin görkemini tam olarak anlayabilmesi için Antalya Müzesi’ni ziyaret ederek Perge’den çıkarılıp burada sergilenen yüzlerce heykeli görmesi gerekir.
Perge’nin yetiştirdiği ünlü adamlar arasında Fizikçi Asklepiades’den, felsefeci Varus’tan ve matematikçi Apollonios’tan söz edilebilir.
Perge’de kazı çalışmaları Türk arkeologlar tarafından 1946’dan beri devam etmektedir.