Gönderen Konu: İstanbul Tüm Tarihi Yapıları  (Okunma sayısı 46219 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Restorasyon

  • Ziyaretçi
İstanbul Kuleleri
« Yanıtla #20 : 31 Mart 2009, 02:37:19 »

Kızkulesi (Üsküdar)

İstanbul Üsküdar ilçesinde, İstanbul boğazının ağzında, Sarayburnu ile Salacak arasında olan bu kule boğazın Anadolu sahiline 200 m. uzaklıktaki bir kayalığın üzerinde olup, İstanbul’un simgelerinden birisidir.

Bu kayalıktan tarihte ilk kez M.Ö. 411’deki Atina-Sparta savaşı sırasında küçük Byzantion şehrinin Sparta’yı tutmasıyla bahsedilmektedir. Atina’nın galibiyeti ile sonuçlanan bu savaş sonrasında Boğaz’ın Avrupa yakası Sparta, Anadolu tarafı ise Atina egemenliğinde kalmıştır. Atina, Boğaz’ın giriş-çıkışını kontrol altına almak için bu küçük kayalığın üzerinde bir gümrük istasyonu kurmuştur. Makedonya Kralı Philippos Byzantion’a saldırı tehdidinde bulununca Atina, General Khares’in komutasındaki 40 gemilik bir donanmayı buraya göndermiştir. Bu sefer sırasında karısı Bous’u da yanında getiren Kheres, eşinin Hrispolis’de (Üsküdar) hastalanıp ölmesi üzerine onun anısına bu kayalığın üzerinde bir sunak ile anıt-mezar yaptırmıştır. Bu anıt mermer bir kaidenin üzerindeki sütunun üzerinde bronz veya altından olduğu söylenen bir dana heykelidir. Eski tarihçiler bu heykelin kaidesinde şu yazıtın bulunduğunu belirtmektedirler:

“ Inakhos’un ineğinin heykeli değilim, adını benden alamaz
Karşıdaki Bosporos denizi; bu ineği sürdü Pharos’a kadar
Yetkin Hera’nın öfkesi. Ama ben, Keklops’un soyundanım
Ölümüme kadar ve Khares’in eşiydim, onu izliyordum.
Kuşkusuz, Philippos’un gemilerine karşı.
Düve denildi bana şimdi Khares’in sevgili eşi,
İki anakaranın her ikisinde oturuyorum.”

Bu kayalık Mitolojide bir takım efsanelere konu olmuştur. Bu efsanelerden birine göre; Tanrı Okeanos’un oğlu Argos kralı İnakhos’un kızı İo, bir ineğin üzerinde veya bir inek kılığına girip, karnında Zeus’un çocuğu Epaphos’u taşıyarak yolculuğuna Kuzguncuk’tan başlayıp, Damalis (Grekçede öküz demektir) adı verilen bu kayalıkta dinlendiği sonra karşı kıyıdaki Byzantion’a geçmiştir. Bu efsaneye dayanarak bu kayalık “Damalis ve Arcla” adını alır. Arcla sözcüğünün karşılığı da Grekçede “küçük kale” demektir.

Gizemli bir anıt olan Kızkulesi’nin adı birçok efsaneye konu olmuştur. Bunların içinde en çok popüler olanı Ovidius’un yazdığı bir aşk efsanesi olan Leander’in hikâyesi olup, bu kayalık ve kule onun adı ile uzun yıllar anılmıştır. Bu efsaneye göre;

Afrodit Tapınağı rahibelerinden olan Hero ile Leandros bir tören sırasında tanışırlar ve birbirlerini delicesine severler. Evlenmesi yasak olan Hero, Leandros’dan ayrılmak zorunda kalır ve Kızkulesi’ne kapatılır. Her gece Hero bir fener yakarak karşı sahilden yüzerek gelen Leandros’a yol göstermektedir. Fırtınalı bir gecede Hero’nun yaktığı kandil söner ve Leandros yolunu kaybederek boğazın akıntısına kapılarak denizde kaybolur. Ertesi günün sabahı sevgilisinin sahile vurmuş cesedini gören Hero da kendini kuleden azgın sulara atarak ölümü seçer.

Mitolojiye göre Afrodit Mabedi Sestos’dadır. Leander de Abidos’lu bir gençtir. Bu iki genç Aphrodit Mabedi’nde yapılan bir törende birbirlerini tanıyarak aşık olurlar. Burada adı geçen Sestos ve Abydos Çanakkale yöresinde olduğundan bu efsanenin Çanakkale Boğazı’na ait olması daha doğrudur. XVIII. yüzyılda Batı dünyasında “antikite modası” başlayınca batılı yazarlar bu efsaneyi Kızkulesi’ne monte etmişlerdir. Bir başka efsane de bir kralın kızına aittir. Bu efsane ile Kleopatra’nın ölümü için anlatılanlar birbirlerine çok benzemektedir. Bu söylenceye göre;

Kral’a çok sevdiği kızının on sekiz yaşına gelince bir yılan tarafından sokulup öleceğini kâhinler söylerler. Bunun üzerine kral kızını korumak için bu kayalığın üzerinde yaptırdığı bir kuleye onu yerleştirir. Bir gün kızına getirilen yiyeceklerin içindeki üzüm sepetine gizlenmiş olan zehirli bir yılan kız üzümleri yerken çıkar ve onu ısırarak ölümüne sebep olur. Kral ise çok sevdiği kızını toprağa koymaya gönlü elvermediğinden onu demirden bir tabuta koyarak Ayasofya’nın narteks kapısı üzerine yerleştirir. Yine bu söylenceye göre burada bulunan iki delik, yılanın kızın cesedini rahat bırakmayarak yine onu sokmak için oraya girip çıktığını gösteriyormuş.

Günümüzde bu kapının üzerindeki demir kutunun işlevinin ne olduğu bilinmemektedir. Ama tabut olmadığı da bir insanın sığabileceği büyüklükte olmamasından bellidir. Ayasofya’nın eski Müdürlerinden Erdem Yücel bunun eski yapıdan kalan bir kapı sövesi olduğunu ileri sürmektedir.

Doğu Mitolojisinde ise Kızkulesi’ne bir de Battal Gazi efsanesini yakıştırılmıştır. Buna göre; Battal Gazi askerleri ile kuleye baskın yaparak oradaki hazineleri ve tekfurun burada koruma altına aldığı kızını alıp Üsküdar’a geçer ve oradan atına atlayarak kız ile beraber buradan uzaklaşır. “Atı alan Üsküdar’ı geçti” sözü de bu efsaneden kaynaklanmaktadır.

Tarihte bu kayalığın ilk defa kullanılması I.Manuel Komnenos (1143–1180) zamanındadır. Komnenos Marmara’ya bakan yazlık sarayını yaptırdığında şehrin savunmana yardım için iki tane de kule yaptırmıştır. Bunlardan biri Mangana Manastırı yakınında (Topkapı Sarayı’nın sahili) diğeri ise Kızkulesi’nin bulunduğu yerdedir. Bu dönemin Bizanslı tarihçisi Niketas Honiates daha önceleri Damalis olarak tanınan bu yerin kule yapıldıktan sonra “Arcla” (Kale) adını aldığını yazmaktadır. İmparator Komnenos’un bu kuleyi yaptırdıktan sonra Mangana’daki kule ile aralarına bağladığı bir zincirle başkente saldıracak savaş gemilerinin geçişini engellemek istemiştir. Ayrıca gümrük vergilerini ödemekten kaçınacak olan ticaret gemilerini de kontrol altına almak istemiştir. Bu iki kule arasındaki oldukça büyük olan açıklığı kapatmak için de araya koyduğu ağır sallar ile zinciri birbirine bağlamıştır. Herhangi bir gemi geçiş izni aldığında bu salların arasındaki zincir açılıyor, gemi geçtikten sonra da kapatılıyordu.

Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u kuşattığı sırada Bizans’a yardım etmek için Venedik’ten Treviziano komutasında gelen bir filonun burada üslendiğini Limnili Francis’in kroniğinden öğrenmekteyiz. Fetihten sonra Fatih Sultan Mehmet bu küçük kaleyi yıktırır ve yerine taştan, etrafı mazgallarla çevrili küçük bir kalecik yaptırır. Devrinin vakanüvisti olan Tursun Bey tarihinde kızkulesi’nden şöyle bahsetmektedir:

“ İstanbul limanı ağzına mukabil, Anadolu yakasında, deniz içinde döküntü taş arasında bir muhkem kal’a yaptırdı ve toplar vaz eyledi ki, atıldıkça liman içinde gemi durdurmaz.”

Hünername minyatürlerinde ve 1520 de Buondelmonti tarafından yapılıp Vavassore tarafından basılan desende üzerinde sivri bir külahı olan duvarlarında da çepeçevre pencere açıklıkları olan bu kaleyi görülmektedir. 1600’lü yıllarda Fransız rahibi J. Grelot’un yaptığı İstanbul panoraması gravüründe Kızkulesi dört köşe, etrafı mazgallı küçük bir kalecik şeklindedir. Evliya Çelebi ise her zamanki abartısı ile Seyahatnamesi’nde Kızkulesi’nden şöyle söz etmektedir:

“...kulenin karadan bir ok menzili mesafede, dört köşe ve seksen sıra yüksekliğinde ikiyüz adım hacminde ve iki tarafa nazır demir bir kapısı vardır. İçinde dizdarlarıyla 100 adet muhafız neferi, sahilde 40 pare balyemez toplarıyla mükemmel bir cephaneliği vardır.”

1510 depreminden büyük zarar gören kuleyi Yavuz Sultan Selim onarmıştır. Bu tarihten itibaren de kule artık bir kale değil bir deniz feneri olarak hizmet vermeye başlamıştır. Ayrıca fırtınalı günlerde küçük tekneler bu kayalıklara çengel atarak akıntıya kapılıp sürüklenmelerini önlemişlerdir. Kuledeki toplar da artık korunma için değil merasimlerde selamlama için atılıyordu. Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümünden sonra tahta geçmek için İstanbul’a gelen Şehzade Selim Üsküdar’dan geçerken Kızkulesi’nden atılan toplarla selamlanmıştır. Bundan sonra uzun süre tahta geçen her Padişah için bu selamlama yapılarak tahta geçiş top atışları ile halka duyurulmuştur.

1719’da fenerde yağ kandilinin rüzgâr etkisiyle etrafı tutuşturmasından dolayı çıkan yangın ile iç kısmı tamamen ahşap olan kule yanmış, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından taştan yeniden yaptırılmıştır. Bu inşaat sırasında kulenin en üst katına çatısı sütunlara oturan bir camlı köşk ilave edilmiş ve etrafı duvarla çevrilmiştir. 1734’de Lale Devri’nin önemli mimarlarından olan Kayserili Mehmet Ağa tarafından bazı ilavelerle onarılmıştır.

Kızkulesi, İstanbul’daki diğer sur ve kalelerde olduğu gibi sürgüne gidecek olan devlet büyüklerinin ilk konakladıkları ve bazen de idam edildikleri yer olmuştur. I. Mahmud (1730–1754) Kızlarağası Beşir Ağa’nın pervasız davranışlarından dolayı onu Bostancıbaşı teknesi ile Kızkulesi’ne göndermiş ve orada başını kestirttikten sonra Topkapı Sarayı önündeki “İbret Taşı”na koydurarak teşhir ettirmiştir. Sultan III. Osman da 1755 de Sadrazamı Hekimoğlu Ali Paşaya sinirlenir ve “...ben istesem hamalı bile sadrazam yaparım” demiş, Hekimoğlu bunun üzerine “ Hünkârım yaparsınız ama ona Hamal Ali Paşa bana ise Hekimoğlu Ali Paşa derler” diye cevap verince sinirlenerek Onu Kızkulesi’ne hapsettirmiştir. Bu arada devreye Sultan III. Osman’ın annesi Şehsuvar Kadın girmiş ve oğlunu ikna ederek Sadrazamın Kıbrıs’a sürgün yollanması ile başının vurulmasını kurtarmıştır.

1836–1837 senesinde İstanbul’da baş gösteren ve ölü sayısının 20-30 bin arasında olduğu tahmin edilen Veba salgını sırasında hastaların tecrit edilmesi için burada bir Veba Hastanesi kurulmuş ve hastanenin başhekimliğine de Fransız Doktor M.Bulard getirilmiştir. Mat’un adı verilen Kızkulesi’nde tesis edilen bu hastanede uygulanan karantina ile salgının yayılması önlenmiştir.

Sultan II. Mahmut’un emri ile 1832’de büyük bir onarım geçirmiş ve kapı üzerine Padişahın tuğrası ile hattat Rakım’ın yazdığı tamir kitabesi yerleştirilmiştir. 1857’deki onarımda kuleye deniz feneri ilave edilmiş ve bu fener 1920’de otomatik ışık yayma sistemiyle yenilenmiştir. 1943’de yeniden büyük bir onarım geçiren bu kulenin çevresine büyük kayalar yerleştirilerek denize kayması önlenmiştir. Bu arada kulenin oturduğu kayanın etrafındaki rıhtımdaki ambar ve gaz depoları kaldırılmıştır. Yapının dış duvarları korunarak içi betonarme olarak yenilenmiştir.1959’dan itibaren bir süre Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı radar üssü olarak hizmet vermiştir. 1965’de “ Deniz Kuvvetleri Tesisi Mayın Gözetleme ve Radar İstasyonu” olan binanın zemin katında mutfak, ısı santralı, Jeneratör odası, üst katlarında ise operasyon odası, radyo-link santralı, alıcı-verici odası ve film odası gibi kısımlar eklenmiştir.

Binanın kule bölümündeki katlarda ise, personelin yatakhaneleri ve çalışma odaları bulunmakta idi. Çatıya ve kuledeki terasa ise radarlar yerleştirilmişti. 1982’den itibaren bina Deniz Kuvvetleri’nden Türkiye Denizcilik İşletmesine devredilmiş, Deniz Yollarının Kasımpaşa’daki deposu yıkılınca tersanelerde uzun süre bekleyen gemilerdeki haşere ve fareleri öldürmek için kullanılan siyanür buraya taşınmış ve depolanmıştır. Siyanür deposu olarak kullanılan kuledeki zehir 1990’da boşaltılmış ve 1992’de mülkiyet Hazineye devredilmiştir. Bu tarihten sonra buranın ne şekilde kullanılacağı hususunda projeler üretilmiş ve 2000 yılında Kızkulesi tekrar büyük bir onarıma alınıp aslına uygun olarak restore edilmiştir. Bu onarım sırasında, zemin katta evvelce bilinmeyen Sarayburnu’na bakan cephesinde 45 derece, Boğaziçi’ne bakan tarafında ise dik açılı mazgal delikleri ortaya çıkmıştır. Mazgalların bu durumu hem gün ışığının içeriye girmesini sağlamak hem de top atışlarını kolaylaştırmak içindir. Ayrıca bu restorasyonda sonradan ilave edilmiş bazı bölümler kaldırılmış, dört köşe kule demir kasnaklarla takviye edilmiştir. Restorasyon sonrasında “Hamoğlu Turizm” şirketine kiraya verilen kule halkın hizmetine açılmıştır. Restoran olarak kullanılan zemin kattan ahşap merdivenlerle üst katlara çıkılmaktadır. Hediyelik eşyaların satıldığı stentlerin etrafını dolaşan balkon kısmı ise çay salonu olarak hizmet vermektedir.


Galata Kulesi (Beyoğlu)

İstanbul Beyoğlu ilçesinde Galata’da Bizans devrinde XII. yüzyıldan itibaren İtalyan asıllı Ceneviz yerleşimi başlamıştır. Bizans’ın iyice zayıfladığı XIV. yüzyılda ise kolonilerinin etrafını saran surların bir parçası olarak da deniz seviyesinden 35 m. kadar yükseklikteki, arazinin en yüksek yerine, Haliç girişiyle Marmara’ya hâkim bir yerde karadan gelecek tehlikeleri önlemek maksadıyla, önce kalın bir burç inşa etmişlerdir. Bizanslıların Büyük burç (Megalos Pyrgos) Cenevizlilerin ise İsa Kulesi (Christea turris) diye tanımladıkları bu burç Galata Kulesi’nin esasını teşkil etmektedir. Daha sonra Bizans tahtının iki ortağı olan VI. İoannes Kantakuzenos ile V. İoannes Palaiologos arasındaki iktidar çekişmelerinden istifade ederek 1348’de bu kuleyi inşa etmişlerdir.

Cenevizlilerin 1349 yılında inşaatını tamamladıkları, surların günümüzdeki Lüleci Hendek Sokağı’nda Küçükkule kapısı üzerindeki Ceneviz ve Bizans armalarının yanındaki bir levhada yazılıdır. Kayalık ve killi şistli bir zemin üzerine yuvarlak olarak taştan inşa edilmiş olan bu kule Ortaçağ askeri mimarisine uygun bir biçimde dış zeminden yüksek bir girişi vardı. Dışarı ile olan irtibatını ise kalın zincirlerle tutturulmuş, ahşaptan açılır-kapanır bir köprü sağlıyordu. Kulenin eteğindeki sur duvarı ile aradaki açıklıktaki avluda bulunan Büyük ve küçük kule kapıları ile yerleşime bağlanmıştı. Kulenin zemininde 1.50 m. yükseklik ve 0.72 m. genişliğindeki bir kanal ise büyük bir olasılıkla gizli bir sarnıca veya suyoluna ulaşıyordu.
Kule’nin 1446’da Galata Podestası Baldassaro Maruffo tarafından yükseltildiğini gösteren mermer bir kitabede yazılıdır. Fetihten sonra Fatih Sultan Mehmet Galata surlarının bir kısmı ile kuleyi de 7.5 m. kadar yıktırmıştır. 1509’da “Küçük Kıyamet” olarak adlandırılan depremde kule büyük hasar görmüş ve Mimar Murad bin Hayreddin tarafından onarılmıştır.

Bugün kulenin üçüncü katını dışarıdan dolaşan tuğladan yapılmış iki kuşak ile beşinci kattaki pencerelerin sivri kemerleri ve kulenin üstünü örten sivri çatı Osmanlı tarzındadır. XVI. yüzyılda Kasımpaşa Tersanesi’nde çalıştırılan Hıristiyan esirler burada oturtulmaktaydı. 1552’de bir İspanyol, esirlerin bu kulede yaşadığını, ölenlerin ise hendeklere gömüldüğünü yazmıştır.1774’de İstanbul’a gelen gezgin Pierre Lescalopier, Galata’daki bu kulenin bir zindan olarak kullanıldığından söz etmektedir. 1582–1588’de İstanbul’da esir olarak bulunan Mıchael Heberer ise “etrafı yüksek duvarlarla çevrili geniş bir avlu ortasındaki pek yüksek yuvarlak gövdeli kulenin” içinde çeşitli işlerde çalıştırılan 1500 kadar esirden söz etmektedir.

Galata kulesi Sultan III. Selim zamanında 25 Temmuz 1794 yangınında tekrar büyük zarar görmüştür. Bu yangından sonra duvar yüksekliği 2 m.ye kadar indirilmiş ve buraya üç oda, bir divanhane ve dört köşesine de çıkma şeklinde dört adet camlı cumba ilave edilmiştir. Yanan sivri ahşap külah da yenilenmiştir. Bu onarımdan sonra kulenin aldığı şekli gösteren en önemli belge devrin saray mimarı Ignaz Melling’in yaptığı gravürdür. Bu dönemde bir de buraya sesini her taraftan duyurabilecek güçte kös ve davul konulmuştur. XVIII. yüzyılda burada bir mehterhane takımının yaşadığı, müzik aletlerinin tamiri için verilmiş 1780 tarihli bir dilekçeden anlaşılmaktadır.1791’de İstanbul’a gelen Salaberry ismindeki seyyah kitabında buradan gelen kös ve davul seslerinden bahsetmektedir. İnciciyan ise XVIII. yüzyılın başından itibaren burada yangınları gözetleyen ve kös vurarak bunu şehrin diğer mahallelerine bildiren bir teşkilat olduğunu yazmaktadır. 1861’de İstanbul’a gelen gezginlerden Joanne İsambert Galata Kulesi’nden 141 merdivenle çıkılan 8 katlı bir kule ve sivri külahının içinde ise bir güvercinlik bulunduğundan söz etmiştir. 1875’de gelen Charles de Mouy ise en üst katın ve külahın içinin özel surette beslenen kuşlarla dolu olduğunu yazarak İsambert’i desteklemektedir. 

Sultan III. Selim zamanındaki onarım için şair Avni’nin yazdığı tarih kasidesi ise şöyledir:

“O şehinşahı cihan Hazret-i Sultan Selim
Bânii saltanat ü zılli hüdâvendi ezel
Çün harab olmuş idi âteş ile bu kulle
Etti tecdid anı ol Pâdişah-ı fahr-i düvel
Pasbanlığı içün yandı yakıldı ammâ
Hıl’atın giydi çerağ oldu yine kail-i evvel
Kâfiristanı idüb âteşi kahr-ı sûzan
Eylesün mülkünü âbâd Hüdâ azze ve cell
Dedi tecdîdine menkuut ile Aynî târih
Yenilendi Galata Kullesi pek oldu güzel
1209 (1794–1795) .”

1831 yangınında tekrar yanan kule yeniden onarılmıştır. Bu yangında Sultan III. Selim’in yaptırttığı dört cumbalı külah tamamen yanmıştır. Bu onarım sırasında en üst kata ampir üslubunda 14 adet pencereli ve yüksek tavanlı bir salonu olan bir kat ile onun üstünde yine 14 pencereli bir cihannüma katı ile etrafı çepeçevre dolaşan bir açık balkon ilave edilmiştir. Bu son kata ortada 5 ahşap sütuna oturan 40 basamaklı ahşaptan bir döner merdiven ile çıkılıyordu. Sivri çatısı da bir öncekine göre daha dik bir külah ile kapatılmış ve üzeri kurşun kaplanmıştır.

Sultan II. Mahmud’un yaptırdığı bu onarımı anlatan giriş kapısının üzerindeki şair Pertev tarafından yazılmış olan kitabe ise şöyledir:

“Nizam-ı devlet Hazret-i Sultan Mahmud Hân
Kıyam-ı mülkü millet kehf-i ümmet sâye-i Yezdân
Uluvvi himmetidir ol şehinşah-ı dil âgâhın
İden saat be saat an bean dünyâyı âbâdân
Bu kulle ez-kezâ yanmışdı yapdı eskiden a’lâ
Görüb bağrı yanıklar bildi neymiş şîre-i ihsan:
Bu kulle zînet-i şehr-i Stanbul olsa şâyeste
Menâr-ı kulle-i ikbâl ü şevket dense de şâyân
Buna rif’at veren bu rütbe feyz-i istikamettir
Olur ibret şinâsan irtifâi bâmına hayrân
Bu kulle peşte-i kaaf’a sezâdır olsa harf endâz
Anın fahriyesi anka bunun şehnâmesi devrân
Cihânı sâye-i lûtfunda kılsun serteser mâmur
Dil-i hâsidden özge kalmasun hiç külbe-i virân
Sezâ Pertev güherle zeyn olunsa seng-i târihi
Bu kulle pek metin oldu pek âlâ yapdı Mahmud Han
1248. ”

Kuleye eklenen bu katlara bir kahvehâne ile yangın gözcüleri yerleştirilmiştir. 1875’de çıkan bir fırtınada sivri külah çok zarar gördüğünden kaldırılmış ve yerine sekizgen şeklinde ahşap bir kat ilave edilmiş, ortada bulunan döner merdiven kaldırılarak yerine 45 derece eğimli bir ahşap merdiven yapılmış bir de uzun bir bayrak direği dikilmiştir. Galata Kulesi bu şekli ile 1964 yılı restorasyonuna kadar gelmiştir. Bu restorasyon sırasında kule Sultan II. Mahmud dönemindeki haline getirilmiştir.

Duvar kalınlığı 3.75 m. olan Galata Kulesi’nin dıştan çapı 16.45 m. içten ise 8.95 m.dir. Üç ile dördüncü kat arasındaki merdiven tekniği diğer katlardan farklıdır. Asıl girişten dördüncü kata kadar kulenin yalnız bir tarafında duvarın içine gömülmüş bir taş merdiven bulunmaktadır. Bu merdiven bir kattan diğerine tek tarafta bir yarım daire şeklindedir. Dördüncü kattan itibaren ise merdivenler ahşaptır. Kuledeki bütün mimari unsurlar 4 üncü kattan itibaren olan kısmın Türk yapısı olduğunu gösterir. Beşinci kattaki 0.35 m. çapında yedi tane top namlusu lumbarı dikkati çekmektedir. Bunların fetihten sonra yapılan inşaatta açıldığı kesindir.

Türk ve Dünya tarihinde ilk uçan adam unvanını taşıyan Hazerfan Ahmet Çelebi Okmeydanı’ndaki ilk tecrübesini yaptıktan sonra Galata Kulesi’nden Üsküdar’a doğru bütün İstanbul halkının gözleri önünde, kollarına taktığı kocaman kanatları ile uçmuş ve Üsküdar’daki Doğancılar Parkı’nın olduğu yere inmiştir. Günümüzdeki planör tekniğinin öncüsü olarak da kabul edilen bu uçuş için Ahmed Çelebi kuşları örnek aldığı gibi rüzgâr akımlarını da hesaplamıştır. Onun bu uçuşunu Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa Köşkü’nden seyreden Sultan IV. Murad önce Hazerfan Ahmet Çelebi’ye bir kese altın vererek ödüllendirmiş sonra da Cezayir’e sürgüne yollamıştır.

Galata Kulesi’nde 1960 yılında başlatılan restorasyon ve çevre temizliği ile kule ve meydanı çağdaş bir görünüme sokulmuştur. 2000 yılında tekrar küçük bir onarım ve düzenleme yapılarak kule turizme açılmıştır. Dokuz katlı olan bu kulenin yedinci katına kadar asansörle çıkılmakta, son iki kat için merdiven kullanılmaktadır. Dokuzuncu kattaki mekân gündüzleri kafeterya ve restoran olarak hizmet vermektedir. Ziyaretçiler her gün 9.00–19.00 saatleri arasında kuleyi gezebilmektedirler.


İngiliz Deniz Hastanesi Kulesi (Beyoğlu)

İstanbul ili Beyoğlu ilçesi, Bereketzade Sokağı’ndaki bu yapı bir İskoç Şatosu görünümünde olup, günümüzde Beyoğlu Hastanesi olarak kullanılmaktadır. Kapitülasyonların verildiği dönemde İstanbul limanına gelen İngiliz gemicilerinin çoğunun hastalanması üzerine onların tedavisi için İngiliz hükümetince yaptırılmıştır.

1904’de Plânını H.Percey Adams’ın çizdiği “L” biçiminde bir plana sahip olan bu yapının kanatların kesiştiği köşesinde yer alan çok uzaklardan bile görülebilen yüksekçe bir kulesi bulunmaktadır. Ayrıca her iki cephesinde de uçlarda birer küçük kule bulunmaktadır. Kesme taştan yapılmış olan bina ve kule, mimari bakımdan bir bütünlük içindedir. L şeklindeki binanın birleştiği yerin beşinci katından itibaren kule yükselmektedir.

Sekizgen kasnaklı olan kulenin yüksek kaidesinin köşeleri gömme payelerle hareketlendirilmiş olup, bu payelerin üzerlerinde dışarıya taşkın çörtenler bulunmaktadır. Sekizgen cephede bir cephe sağır ve küçük sütunçelerle süslü, diğeri ise yuvarlar kemerli ikizli pencerelerle hareketlendirilmiştir. Buradan daha küçük ikinci bir sekizgen gövdeye geçilmektedir. Bu iki bölüm arasını ise çepeçevre bir sahanlık çevrelemektedir. Bu sekizgen gövdenin üzerinde çeşitli küçük pencereler açılmıştır. Kulenin üstünü ise basık yuvarlak bir kubbe örtmekte olup onun da üzerinde bir bayrak gönderi bulunmaktadır.

İngiltere’nin mülkiyetinde bulunan “British Seaman Hospital” isimli bu hastane binası 1924’de Kızılay’a devredilmiş, Kızılay da 1933’de binayı İstanbul Belediyesi’ne vermiş ve böylece İstanbul’daki Belediyeye ait ilk hastane olmuştur.


Beyazıd Yangın Kulesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesinde, İstanbul Üniversitesi merkez binası bahçesinin doğusundaki bu yangın kulesi, İstanbul’da çok sık çıkan yangınların doğurduğu bir gereksinimden dolayı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından 1720’de ahşap olarak yaptırılmıştır.

İstanbul’da o dönemlerde yangınlar, mahallelerde oluşturulan tulumbacı ocakları tarafından söndürülüyordu. İtfaiyenin öncüsü sayılan Tulumbacı Teşkilatı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından kurulmuştur. Ahşap kuleye 25 acemi oğlanı yerleştirilmiş ve şehri gece-gündüz gözetleyen bu personele de “Köşklü” adı verilmiştir. 1774’deki büyük Cibali yangını sırasında yanan bu ilk kulenin yerine yine ahşaptan yeni bir kule yapılmıştır. 1826’da Yeniçeri Ocağı kaldırılınca buraya bağlı olan Tulumbacı Ocağı da kaldırılmış, yangın kulesi de bu ocağa bağlı olduğu için yıktırılmıştır. Ancak, birkaç gün sonra çıkan büyük Hocapaşa yangını İstanbul’un büyük bir bölümünü yaktığı için yangın kulesinin önemi ortaya çıkmış ve yeniden ahşap olarak Mimar Kirkor Amira Balyan’ın projesi ile yeniden yaptırılmıştır. 21 Haziran 1826’da Yeniçeri yandaşları tarafından bir isyan teşebbüsü ile kundaklanıp yakılmıştır. Bu olayı devrinin tarihçilerinden Cevdet Paşa tarihindeki 1826 senesi olaylarında şöyle anlatmaktadır:

“ Sultan Mahmud Ağakapusunda yıktırılmış olan yangın köşkünün bir eşinin Seraskerlik kapısında yapılmasını emretti; kâğir olarak inşasını irade etmiş ise de uzun vakte muhtac olduğu için şimdilik eskisi gibi ahşap olarak inşasına başlandı. Kule bitinceye kadar yangın gözetlemeğe memur edilen Asâkir-i Mansure neferleri Süleymaniye Camiinin bir minaresinde nöbetle gözcülük yaptılar. Kule kısa zaman içinde tamamlandı, efradın içine yerleştirilmesi için yapının içinde ve dışındaki talaş, ağaç ve tahta parçalarının temizlenmesi kalmıştı. Yeniçeri gayretkeşlerinden oldukları halde Asâkir-i Mansureye yazılmış olan müfsidler isyan etmek üzere ittifak etmişler ve bulundukları taburun diğer neferlerini de iğfal ederek büyük zabitlerinin haberi olmadan Serasker Paşa ile Başbinbaşı ağanın evlerinde bulundukları gece mezkûr yangın kulesinin dibinde toplanıp kuleye ateş verip yakmışlar. Garazları Serasker Paşa ile baş binbaşıyı yangın sebebi ile oraya getirtip cümlesini öldürerek isyan etmekmiş. Hâlbuki Serasker Paşanın adamları suikasdi öğrenip paşaya haber vermişler. Derhal tertibat alınmış, kapılar askerle tutulmuş, mezkûr tabur Boğaza nakledilerek efrad iskeleden kayıklara bindirilir iken isyana ön ayak olanlar tesbit edilmiş ve iskelede idam olunmuşlardır; gemilerle boğaza gönderilen taburun sâir efradı da orada muhtelif kıtalara ve hizmetlere dağıtıldıktan sonra idam olunmuşlar. Bu vakadan sonra Asâkir-i Mansûreye nefer yazılanların mazileri hakkında çok dikkatli tahkikat yapılmıştır.”

Bu olaydan iki yıl sonra yeni tulumbacı teşkilatı kurulmuş, eski kolluk tulumbaları tamir edilerek mahallelerin karakollarına bağlanmıştır. Bu düzenlemeden sonra Beyazıd Yangın Kulesi 1828’de mimar Senekerim Balyan’ın projesi ile Barok üslupta taştan yeniden inşa edilmiştir. Serasker Hüseyin Paşa’nın zamanında başlayan inşaat Hüsrev Paşa’nın Seraskerliği zamanında bitirilmiştir. Bu inşaatta kule, köşeleri yuvarlatılmış piramit şeklinde bir kaideden sonra soğan biçimli bir ikinci kaideden sonra 85 m. yüksekliğinde üzerleri profilli bir gövde olarak devam etmektedir. Bu gövde çanak biçiminde konsollu ve etrafına yuvarlak kemerli pencereler açılmış bir gözetleme katı ile sona ermektedir. Üzerini de geniş saçaklı külah biçiminde bir çatı örtmekte idi. Alttaki piramidal kaidenin doğu yüzündeki giriş kapısının üzerinde hattat Yesârizâde Mustafa İzzet Efendi’nin ta’lik hattı ile dikdörtgen kartuşlar içinde yazılmış Keçecizade İzzet Molla’nın da tarih manzumesini yazdığı kitabe bulunmaktadır. Bunun üzerinde ise bir madalyon içinde II. Mahmud’un tuğrası bulunmaktadır. Bu kitabenin metni şöyledir:

“Köhne bünyânı elhanı itmede halâ binâ - Eyleyüb Eski Sarayın Bâb-ı Serasker ol şah
Nev benev yapmakda anda bir nice alâ binâ – Emreyleyüb Serasker-i sâbık Hüseyin Gaziye
Buldu bu kaafi şecaat Kulle-i ranâ binâ – Eyleyüb Seraskeri lâhik nezâret hüsnüne
Âni mânen eyledi gûya iki paşa binâ – Revzeni eflâkden baktıkca zîr-i pâyine
Kaldı kendi kaddire hayretde bu balâ binâ – Olmasa zerrin külâhı asumana minneti
Arz ider mi zer âlemle kevkebi zehrâ binâ – Dârı mülkî etmesün bu Kulleye muhtac Hak
Ziynet içün etmiş olsun şâh-ı mülk ârâ binâ – Kullei eflâk durdukça o şâhın eylesün
Zirve-i çarha esâsı şevketin Mevlâ binâ Sanki tâkı çarha yazdım İzzetâ târihimi
Kıldı Ham Mahmud-u Adlî Kulle-i valâ binâ. 1244 (1828–1829 .”

1849’da çatı kaldırılmış yukarıya doğru küçülerek devam eden ampir üslubunda, dört yuvarlak pencereli birer odadan meydana gelen üç kat ilave edilmiştir. Bu katların her birinin dar ve küçük teraslarının köşeleri yivli gömme sütunlarla hareketlendirilmiş olup etrafını demir parmaklıklı küçük bir dolaşma yeri çevirmektedir. Böylece dört kata ulaşan kulenin katları aşağıdan yukarıya doğru Nöbet, İşaret, Sepet ve Sancak isimleri ile anılır.1889’da kulenin tepesine demirden bir gönder dikilmiş ve bugünkü görünümünü almıştır.

Kule gözcüleri yangını gündüzleri Sepet Kulesi’nin etrafına astıkları sepetlerle gece ise büyük fenerlerle bildirirlerdi. Bu sepetlerin diziliş şekli ile fenerlerin renkleri yangının ne tarafta olduğunu belirtirdi. Şayet yangın Eyüb ve sur içi İstanbul’unda ve Yeşilköy’e kadar olan kesimde ise sepet katının iki tarafına ikişer sepet asılırdı. Yangın gece ise yine aynı yere kırmızı iki fener asılırdı. Yangın Beyoğlu tarafında ise bir tarafa bir sepet diğer tarafa iki sepet asılır, gece de beyaz renkli iki büyük fener ışık verirdi. Üsküdar ve Boğaz’ın Anadolu yakasındaki yangını belirtmek için de kulenin iki tarafına bu kez birer sepet asılır, gece de iki yana yeşil fener ışık verirdi. Şayet yangın birkaç yerde çıkmış ise kulenin tepesindeki direğe renkli işaret bayrakları ilave edilirdi. Sur içi İstanbul’u, Eyüp ve Yeşilköy’e kadar olan hat için kırmızı bayrak, Üsküdar ve Boğazın Anadolu yakası için yeşil bayrak, Beyoğlu ve Boğazın Rumeli yakası için de sarı bayrak kullanılırdı. Bu sepetler ve fenerler kulenin iki yanındaki gemi mahmuzunu andıran direklere asılırdı. 1935 yılına kadar bu sepet, bayrak ve renkli fenerler kullanılmıştır.

1894 depreminde zarar gören kule hemen boşaltılarak aslına uygun olarak onarılmıştır. Bu süre içerisinde görevliler Süleymaniye Camisi’nin üç şerefeli büyük minarelerinde görevlerini yapmışlardır. Taştan yapılmış olan kulenin sadece 180 basamaklı merdivenleri ahşaptır. Günümüzde bu tarihi yapı İstanbul Belediyesi İtfaiye Müdürlüğü’ne bağlı olup, yangın gözetleme kulesi olarak kullanılmaktadır.

Kaynak : http://www.restorasyonforum.com

Restorasyon

  • Ziyaretçi
İstanbul Surları ve Kapıları
« Yanıtla #21 : 31 Mart 2009, 02:38:05 »
İstanbul’un surları bütün dönemlerde şehrin en etkin savunma aracı olmuştur. Byzantion şehri kurulduğunda etrafını çevreleyen surlara ait yeterli bilgi bulunmamakla birlikte, bazı araştırmacılar bu arkaik döneme ait sur duvarlarının Topkapı Sarayı civarında olduğunu ileri sürülmektedirler.

III. yüzyılda, Roma tarihinin en iyi yazarlarından olan Yunanlı tarihçi Cassius Dio bu surlardan söz etmektedir. Onun yazdığına göre bu surlar son derece güçlü idi ve siperlikler iri kare bloklarda inşa edilmiş olup, tunç levhalarla birbirine tutturulmuştu. Üzerinde üstü kapalı bir seyirdim yolu ve düzensiz aralıklarla yerleştirilmiş kuleleri bulunmakta idi. Cassius Dio, bu surların kara tarafında olanların yüksek, deniz tarafındakilerin ise kıyının hemen yanında kayaların üzerine inşa edildiklerini belirtmektedir. Ayrıca bu surlardaki kulelerin akustik düzeninin çok iyi olduğunu, kulelerden birinden bağırıldığında sesin yedinci kuleye kadar gittiğini de söylemektedir.

Pausanias, Kodinos ve Herodianus da bu ilk surlardan söz etmektedirler. Kentte yaşayanlar çeşitli dönemlerde Avar, Sasani, Emevi, Abbasi, Bulgar, Rus, Macar, Peçenek akınlarından bu surlar yardımıyla kendilerini koruyabilmişlerdir. XIV. yüzyılın başında Venedik donanmasının denizden saldırıları yine bu surlar sayesinde durdurulabilmiştir. Ayrıca fetihten az evvel Galata’da oturan Cenevizlilerin kenti ele geçirme çabaları da yine bu surlar nedeniyle sonuçsuz kalmıştır. Uzun süre savunma görevini üslenen surlardan ilk kez içeriye girmeyi Fatih Sultan Mehmet başarmıştır.

İstanbul surları ortalama 21 km. uzunluğu ile Avrupa’nın en uzun savunma yapılarından olup, başlıca beş grupta toplanmaktadır.

I - İlk surlar
II - Kara Surları (ortalama 11 km uzunluğunda)
III- Marmara deniz surları (ortalama 8 km.)
IV- Marmara – Haliç arasındaki kara surları (Ortalama 7 km)
V - Haliç Surları (ortalama 5 km)


İlk surlar

Byzantion şehrinin en eski surları hakkında birçok iddia ortaya atılmış, ancak verilere en uygun olanı, Megaralı Dorların bugün tahminen Topkapı Sarayı’nın olduğu yerde Akropolis Tepesi diye adlandırdıkları küçük yerleşimlerinin etrafını çevirdikleri duvardır. Bu surların fetihten sonra Sur-u Sultani denilen Topkapı Sarayı surlarının temellerinde kullanıldığı ileri sürülmekte olup, bu akla çok daha yakın bir tezdir. Zira toprağı kazıp temele inmektense mevcut temelleri kullanmak ekonomik açıdan çok uygundur.

Dönemin tarihçileri bu surların yapımına 412’de başlandığını ve çok kısa bir sürede bitirildiğini söylemektedirler. 5,7 km. uzunluğundaki bu surlar 96 adet kule ile sağlamlaştırılmıştı. Roma İmparatoru Septimus Severus 196’da Byzantion’u ele geçirdiğinde daha sonra I.Konstantinus (324–337)’un yaptırdığı surun temelini teşkil edecek olan Sarayburnu’ndan başlayıp Hipodrom’a kadar devam eden surları yaptırmıştır.


Kara Surları

Bu surlar Yedikule’den başlayıp Blakhernai Sarayı’nı içine aldıktan sonra Haliç’e bağlanmaktadır. II. Theodosius’un yapımını başlattığı bu surlar fetihe kadar çeşitli ilavelerle devam etmiştir. Fetihten sonra da Fatih Sultan Mehmet tarafından da bazı ilaveler yapılmıştır.

Kara surları iç içe üç kademeli yapılmıştır. Önde bir hendek (taphros) onun arkasında dış veya ön sur (mikron teichos) ve onun arkasında genişliği 3–8 m. arasında yüksekliği de 11–13 m. yi bulan iç veya arka sur (mega teichos) vardır. Hendeklerin içinin su dolu olup olmadığı devamlı bir tartışma konusu olup, kesin bir sonuca varılamamıştır. Bu hendeklerin bir kısmı Osmanlı döneminde sebze bostanlarına dönüştürülmüştür. İç sur duvarlarının 50 ile 75 m. arasına da bir burç yerleştirilmiştir. Bu burçlar kare, dikdörtgen veya yuvarlak plânlı olup, yükseklikleri de ortalama 24 m.dir. Bu burçlar sur bedeninden 10–11 m. ileri taşar ve içleri 2–3 katlıdır, üstleri ise kubbe veya tonoz ile örtülmüştür. İç sur ile dış sur arasında 12–15 m. genişliğinde bir düzlük arazi bulunmaktadır.

Dış surların bedeninde 4 m. kadar ileri taşan 9–10 m. yükseklikte, genişliği ise 4–5 m. olan kare veya yarım daire plânlı burçlar bulunmaktadır. Kara surlarının üzerinde 96 adet burç bulunmaktadır. Surlar kazamat olarak isimlendirilen sandık duvar tekniğinde olup, 1 m. kalınlığında ve 8 m. yüksekliğindedir. Bu kazamat denilen duvarların iç kısımlarında silah deposu olarak kullanılan küçük odacıklar yer almaktadır. Sur duvarlarındaki taş sıralarının arasında beş sıra tuğla hatıllar yerleştirilmiştir. İki tarafı bu teknikteki surun içi moloz taş ile doldurulmuştur.

Sur bedenlerindeki askeri amaçlı kapıların yanı sıra Ana Kapı olarak anılan merasim kapıları da bulunmaktadır. Askeri amaçlı kapıların bazıları fetihten sonra örülerek kapatılmış, bazı yerlere ise yeni kapılar açılmıştır. Kapılar sur duvarında 5–6 m. genişliğinde bir hafifletme kemeri altında yer almaktadır. Bunlardan sivil amaçlı olanlarının içleri mermer kaplıdır. Bu kapılar şehirden çıkıştaki ana yolların üzerinde açılmışlardır. Kapı kanatları ise ağır ahşap ve bronz kaplıdır. Bu kapıların iç tarafından çift taraflı merdivenlerle surun üstüne çıkılmaktadır. Burçlara ve sur bedenine çıkan seğirdim yoluna çıkan merdivenler genellikle kapıların iki yanına yerleştirilerek zayıf noktalardaki duvarların kalınlaşması sağlanmıştır.

İstanbul’u batıdan kuşatan ve günümüze kadar gelebilen kara surlarının yapımına, II. Theodosius (408–450) zamanında başlanmıştır. A.M.Schneider ön surların 423–428 arasında bitirildiğini ileri sürmektedir.

Bu kara surlarının Ortaçağın en kuvvetli güvenlik duvarı olduğu kabul edilmektedir. 447 depreminde bu surların 57 burcunun ağır hasar gördüğü ve 60 günde onarıldığı bilinmektedir. Bu onarıma ait Konstantinus’un yazdırdığı kitabe Mevlevihane Kapısı üzerinde bulunmaktadır. 554’deki depremde ise Haliç surlarının kara surları ile birleştiği Regium Kapısı’ndan itibaren büyük zarar görmüş ve II. Iustinianus (565–578) tarafından 565–570 yılları arasında onarılmıştır. Arap akınları sırasında 669 ve 674–680 yıllarında şehrin korunması için İmparator II. Iustinianus tarafından sağlamlaştırılıp bazı ekler yapılmıştır. 717–718’de Arap komutanı Mesleme’nin ordularına karşı koymak için, III. Leon’un (717–741) halktan topladığı vergilerle surlar takviye edilmiş ve Araplar tarafından aşılamamıştır.

Surların 740 depreminde çok zarar görmesi üzerine İmparator III. Leon bu surların onarımı için gerekli parayı sağlamak için özel bir vergi koymuştur. X. ve XI. yüzyıllarda meydana gelen depremlerde hasar gören sur bedenleri ve kapıları I. Komnenos tarafından onarılmış, bazı kapılar güvenlik açısından kapatılmıştır. Kapatılan kapılardan birisi de Ksylokerkos (Belgrad) Kapısı’dır. Latin istilası sırasında surların burçlarının bazıları tahıl ambarları olarak da kullanılmıştır. 1354 depreminde tekrar zarar gören surları V. Ioannes Palaiologos onarmıştır.

İstanbul’un fethi sırasında surların büyük bölümü yıkılmış ve kapılar da büyük zarar görmüştür. Fatih Sultan Mehmet 1458’de surların tamamını onartmış ve Altın Kapı’nın arkasındaki Yedikule İç Kalesi’ni inşa ettirmiştir. 1509 depreminde zarar gören surların onarımı 1510’a kadar devam etmiş ve Mimarbaşılar Bali ve Mahmud Ağaların yürüttüğü onarım projesi ile giderilmiştir. Sadrazam Boynueğri Mehmed Paşa tarafından 1635’de büyük bir onarım ve temizletilmiştir. 1690 ve 1719 depremlerinden sonra Sadrazam Damat İbrahim Paşa tarafından onarılmıştır. 1754, 1766 ve 1894 depremlerinde bazı yerleri yıkılan surlar bu tarihten sonra pek önemsenmemiş, hatta taşları civardaki evler tarafından malzeme olarak kullanılmıştır. 1870-1873’te Tren yolu ve Sirkeci Garı’nın yapılması sırasında Topkapı Sarayı önündeki bölümün bir kısmı yıkılmıştır.

UNESCO’nun da işbirliği çerçevesinde, Taç Vakfı ve İstanbul Belediyesinin ortak çalışmaları ile 1980’den itibaren kısım kısım surların yenilenmesi ve restorasyonu yapılmakta olup, bu çalışmalar halen de devam etmektedir.

Kara surlarının Haliç’e doğru inen ve Eğrikapı yakınındaki bölgede burçların içinde irili ufaklı zindanlar açılmıştır. Bunlardan en önemlisi Anemas Zındanı’dır. Girit Adası’nın Arap idaresinde bulunduğu sıradaki idarecisi olan Abdülaziz el-Kuturbî isimli Arap kumandanı Girit’in düşmesi üzerine Bizans’a getirilmiş ve Hıristiyanlığı kabul ederek burada yerleşmiştir. Oğullarından biri olan Mihael Anemas Bizans ordusunda yüksek rütbeli bir askerken I. Aleksios Komnenos’u devirmek isteyen bir komploya karışmış gözlerine mil çekilip hapis cezası almıştır. Aleksios Komnenos’un kızı Anna Komnena onun kör edilmesini engellemiş ve bir kulede ömür boyu hapsedilmesini sağlamıştır. İşte Anemas’ın hapsedilip ömrünü tamamladığı bu kuleye sonradan Anemas Zindanı adı verilmiştir. Bu kule uzun zaman üst rütbeli kişilerin hapsedildiği yer olarak tarihe geçmiştir. Bir isyanda tahtını kaybeden İmparator I. Andronikos (1183–1185) korkunç işkencelerle öldürülmeden önce burada kısa bir süre hapsedilmiştir. II. İsaakios Angelos 1195’de kardeşi tarafından tahttan indirildiğinde gözlerine mil çekilmiş ve buraya hapsedilmiştir. Oğlu genç Aleksios Haçlı şövalyelerini babasını yeniden tahta çıkarmaya ikna etmiş ve böylece II. İsaakios kısa bir süre tekrar Bizans tahtına çıkmıştır. Latin istilası sırasında bu zindan-kule hapishane işlevini sürdürmeye devam etmiştir. V. İoannes Palaiologos’un oğlu Andronikos babasına karşı bir ayaklanma düzenlediği iddiasıyla buraya hapsedilmiş, bir süre sonra 1376’da buradan kaçmayı başaran Andronikos bu kez babası ve kardeşi Manuel’i buraya hapsettirmiş ve IV. Andronikos Palaiologos (1376–1379) adı ile tahta çıkmıştır.

Blakhernai Sarayına ait olan bu mahzen ve kuleler oldukça geniş bir kompleks meydana getirmektedirler. Bu kulenin bitişiğinde Isaakios Angelos Kulesi vardır. Bu kulelerin içinden aşağıdan yukarıya doğru bağlantıyı sağlayan rampalar vardır.

Kulelerin üst kısımları ikamete uygun biçimde hazırlandıkları kemerli pencerelerinden ve bir dizi sütun gövdelerinden anlaşılmaktadır. Bu sütunlar büyük ihtimalle bir balkonu taşıyor olmalıdır. Isaakios kulesinin üzerinde İmparatorun adını taşıyan 1186 tarihli bir kitabe bulunmaktadır. Bu iki burcun temelleri taştan çok kalın bir kılıf içine alınarak takviye edilmişlerdir. Büyük bir ihtimalle bu takviye üstteki terasta XVI. yüzyılda yapılmış olan İvaz Efendi Camisi’nin yapımı sırasında yapılmıştır. Üzerleri beşik tonozla örtülü bu kulelerin arkasında eski bir sur duvarı önüne on dört bölümlü, iki katlı zindan olarak kullanıldığı sanılan bir alt yapı eklenmiştir. Bu karanlık hücreler dış duvarlardaki dar mazgallar ile havalandırılmakta ve aydınlatılmaktadır.


Kara Surlarının Kapıları

Surların Marmara tarafından başlayarak sırasıyla devam eden kapıları olmakla beraber, iki sur arasında ve önündeki hendek ile bağlantıyı sağlayan askeri amaçlı tali kapılar da bulunmakta idi. Ana kapıların isimleri ise sırasıyla şöyledir:


Altın (Yaldızlı) Kapı (Porta Auera)

Altın Kapı, Bizans döneminde günlük kullanıma kapalı sadece İmparatorluk törenlerinde kullanılan bir kapı idi. Trakya’dan gelen Via Egnatia yolu bu kapıdan geçtikten sonra kentin Mese denilen ana caddesinde devam edip ve Ayasofya önünde son buluyordu. II. Theodosius’un kara surlarını yaptırırken bu kapıyı da surlarla bir bütün olarak 439’da inşa ettirdiği ileri sürülmektedir. Kapı adını altın yaldızla kaplı görkemli kapılarından almıştır.

İmparatorluk Kapısı olarak adlandırılan üç gözlü bir zafer takını andıran bu kapıdan İmparatorlar zafer alaylarının başında kente girerlerdi. Halkın kullanması için de bu kapının az ilerisinde bir kapı daha açılmıştı ki bu Yedikule Kapısı’dır. Osmanlı döneminde bu kapı Yedikule hisarına döndürülmüştür. Üç gözlü kapının ortasındaki büyük yuvarlak kemerin dış yüzünde Latince bir kitabe bulunuyordu. Bu kitabeyi Fransız araştırmacı Charles de Cange XVII. yüzyılda yerinde bulunduğunu ve üzerinde şu metin yazılı olduğu belirtmiştir:

“ Avea Saecla Gerit Qui Portam Constrvit Auro (Kapıyı altın olarak yaptıran altın bir devir yarattı).”

Kapının iç tarafındaki kitabede ise;

“Haec Loca Thevdosivs Decorat Post Fata Tyranni (Tiranı yok ettikten sonra Thodosius burayı süsledi).”

Bugün bu kitabelerin tutturulduğu kenetlerin oyukları duvarda görülebilmektedir. 19.40 m. yüksekliğindeki bu kapının iki yanında ileriye doğru 16.87 m.lik çıkıntı yapan kare plânlı iki kule bulunmaktadır. Bu üç gözlü tören kapısı çok muntazam işlenmiş,1.90 m.eninde, 0.37 m. yüksekliğinde ve 0.95 m. kalınlığında bloklar halinde yontulmuş Marmara mermeri ile kaplıdır. Üst kısmı mermer korkuluklu bir terasla çevrili olup, üzerlerinde Roma kartallarının bulunduğu eski gravürlerde görülmektedir. Kapının üzerinde Romalı bir kumandan giysisiyle ayakta Thodosius’un heykeli bulunmakta idi. 740 depreminde bu heykel düşmüştür.

Altın kapı Bizans İmparatorluğu’nun sonlarına doğru eski görkemini kaybetmiştir. İmparator V. İoannes Palaiologos buradan düşen taşları civardaki kiliselerin onarımında kullanmıştır. Daha sonra ise bu kapı bir kaleye dönüştürülmek istendiğinden içleri doldurulmuş ve yan dikmelerin yerleri değiştirilmiştir. Soldaki girişin dolgusunda kullanılan taş ve tuğla tekniğinin XIII-XIV. yüzyıllara ait Bizans duvar örgüsü tekniğinde olduğu görülmektedir. Kapının iki yanındaki duvar yüzeylerinde daha eski bir yapıdan çıkarılan mermer konsol ve sövelerle içlerine yerleştirilmiş antik bir devire ait tanrı ve tanrıçaları gösteren kabartmaların olduğu on iki adet mermer levha yerleştirilmiştir. Bu levhalar 1621–1628 yılları arasında İngiltere elçisi olarak İstanbul’da bulunan Sir Thomas Roe tarafından götürülmek istenerek yerlerinden sökülmüştür. Ancak çevre halkının karşı koyması sonucu götüremeyip söktüğü levhaları yerde bırakmak zorunda kalmıştır. Fakat ne yazık ki o zaman bunlar toplanamamış ve dağılarak kaybolmuşlardır. Bazı parçaların birtakım Batı müzelerinde ve özel koleksiyonlarda olduğu bilinmektedir. Günümüzde bu çerçevelerin kalıntıları görülmektedir.

1894 depreminde kulelerin üst kısımları büyük zarar görmüş, güney kulesinin yukarı kısmındaki mermer kaplama ana gövdeden ayrılmış olup, 1960’da Mimar Cahide Tamer’in restorasyonuna kadar bu şekilde kalmıştır. Bu restorasyon sırasında eksik kısımlar kısmen orijinaline uygun bir şekilde yapılıp Altın Kapı’nın içi, geçitleri ve döşemesi temizlenmiştir. Ancak bu çalışma sırasında evvelce burada var olduğu bilinen Theodosius, zafer tanrıçası Nike ve Roma kartallarından kalan hiçbir parçaya rastlanmamıştır.


Belgrad Kapısı (Porta Ksilokerkos)

Yedikule’deki bu kapı, içeriden surlara çıkmak üzere yapılmış ikinci büyük askeri kapı olup, V. Yüzyıla aittir. Osmanlı döneminde önem kazanmış ve kullanıma açılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman Belgrat’ı fethettikten sonra yanında getirdiği esnafı buraya yerleştirdiği için bu isimle anılmaktadır.

Yedikule ile Belgrad Kapı arasında 11 burç vardır. Sekizinci burcun üzerinde III. Leon ve oğlu V.Konstantin’in burada yaptığı onarımları anlatan kitabeleri yer almaktadır. VIII. İoannes Palaioloğos’da 1434’de bu kapıyı onartmıştır.





Silivri Kapısı (Porta Pege)

Belgrad Kapı ile arasında 13 burç vardır. Silivri yolunun başlangıcında olduğu için daha sonra bu isimle anılmıştır. Ön sur ile ana sur arasındaki peribolos içinde yer almaktadır. İstanbul’daki Latin istilasına, bu kapıdan gizlice giren komutan Aleksius Stategopulos son vermiştir.

Kapının 200 m. kadar uzağında ise I. Leon tarafından yaptırılan “Balıklı Ayazması” bulunmaktadır. Bu ayazma ve fetih ile ilgili şöyle bir öykü bulunmaktadır. Bu öyküye göre;

“Fetih sırasında bu ayazmadaki keşişler tavada balık kızartıyorlarmış. Türklerin şehre girdiği haberini getiren birine keşiş “ tavada kızaran bu balıklar canlanmadıkça buna inanmam” cevabını vermiş. Rivayete göre bu söz üzerine balıklar tavadan ayazmanın suyuna atlamışlar.” O günden beri de bu ayazmanın suyunda balık bulunduğu ileri sürülmektedir. Ayrıca bu yüzden de esas adı “Pigi” olan bu ayazma “Balıklı” olarak anılmıştır.

1509’da 49 kulenin zarar gördüğü depremden sonra Mimarbaşı Ali bin Abdullah ve yardımcıları olan Bali ve Mahmud’un sürdürdüğü onarım çalışmaları ile yenilenmiş ve bu kapının üzerine 1510 tarihli bir onarım kitabesi konmuşsa da bu kitabe günümüze gelememiştir. Kitabenin bulunduğu yer bugün boş durumdadır. 1987 yılında restorasyon projesi kapsamında burası da ele alınmış ve onarılmıştır. Bu restorasyon sırasında burada iki bölümden oluşan ve içinde beş adet lahdin bulunduğu bir hipoje (mezar odası) çıkarılmıştır.


Kalagru Kapısı (Porta tou Kalagru)

Bizans devrinde Pege ile Rhesium kapıları arasındaki askeri bir küçük kapı idi.


Mevlevihane (Mevlana) Kapısı (Rhesium, Porta Rhegion)

Yuvarlak kemerli askeri kapılardan biri olan bu girişin üstündeki bir kitabede İmparator Iustinianus’un karısı Sofia ve Komutan Narses tarafından onartıldığını yazan bir kitabe vardı. Eski kaynaklara göre bu kapının üzerinde XIV. yüzyıla kadar yerinde durduğu söylenen, surları yaptıran II. Theodosius’un bir heykeli bulunuyordu.

Bizans’ın son dönemlerinde, IX. Yüzyılda Eyüp’e yerleşen bir Rus cemaatinin bu kapıdan girip çıkmalarına izin verildiğinden, kapıya “Rus Kapısı” adı da verilmiştir. Osmanlı devrinde ise yakınındaki Mevlevihane’den dolayı “Mevlevihane Kapısı” adı ile anılmıştır

1988’de yapılan onarım çalışmaları sırasında bu kapının dışında iç ve dış sur arasında XI.-XII. Yüzyıllara tarihlendirilen bir nekropole ait mezarlar bulunmuştur.


Top Kapısı (Porta Romanos)

Mevlevihane (Mevlana) Kapısı ile Sulukule Kapısı arasındadır. Fetih sırasında Fatih Sultan Mehmet kuşatma sırasında karargâhını buraya kurarak en büyük topları buraya yerleştirmiş ve top atışları buradan yapılmıştır. Bu nedenle de bu ismi almıştır.

Günümüzde içinden geçen caddeler yüzünden giriş kapısı ortadan kalkmış olup yan duvarların üzerindeki küçük bir tali kapı kalmıştır.


Sulukule Kapısı (Porta Pempton)

Edirne Kapısı’na en yakın olan kapıdır. Lykos Deresi üzerinde olduğu için Sulukule adı ile tanınmıştır. Fetihten sonra bu bölgeye Romanlar yerleştirilmiş olup günümüzde de bu yerleşim devam etmektedir.


Edirne Kapısı ( Porta Harisius, Andrinopolis)

İstanbul surlarının on büyük kapısından biridir. Eskiden Lykos Deresi’nin aktığı bu yer surların en alçak kısmıdır. Fetih sırasında ilk açılan kapı olduğu da söylenmektedir.

Silme bir çerçeve içerisindeki kapı dehlizinin üstü tonoz örtülüdür. Dehlizin yan duvarları kesme taştan yapılmıştır. Sefere çıkan Bizans İmparatorları bu kapıdan geçerek dışarı çıkarlardı. Aynı zamanda bu kapıyı Rumeli’den gelen tüccarlar kullanırlardı. Bu özelliğini Osmanlı döneminde de korumuş olup, bu kapının içerisinde de çeşitli dükkânlar açılmış ve esnaf yerleşimi olmuştur. Aynı zamanda bir merasim kapısı olma özelliğini de korumuş ve yabancı elçiler bu kapıdan şehre girmişlerdir.

Kara yolu ile İstanbul’a gelenlerin normal olarak güzergâhlarında bulunduğu için kolayca şehre giriyorlardı. Deniz yolu ile gelenler ise Galata’da karaya çıkıyorlar, sonra Haliç’in etrafını dolaşarak Edirne Kapısı’ndan şehre girerek bu seremoniye uyuyorlardı. İran’dan gelen elçiler ise Üsküdar’dan Beşiktaş’a geçiyor oradan da Haliç’i dolaşarak yine Edirne Kapısı’ndan şehre giriş sağlanıyordu.


Eğri Kapı (Porta Regia)

Surların son kapılarından biri olan Porta Regia askeri bir kapıdır. Şehir düşmeden az evvel son İmparator Konstantin Dragazes’in hayatta iken en son görüldüğü yerin burası olduğu hakkında bir söylence vardır.

İstanbul’un fethi sırasında en kanlı mücadelenin geçtiği yerlerden birisidir. Bu kapının civarında Bizans döneminde ayakkabı ve ordu için çizme yapan esnafın yerleştiği ileri sürülmektedir.



Blakhernai Kapısı (Ksyloporta)

Blakhernai Sarayı ve çevresindeki surlara ait sivil kapılardan biridir. Buradaki kara surlarının bir bölümü saray yapıldıktan sonra genişletilmiş ve saray ile içinde bulunduğu mahalle koruma altına almıştır.

Sağlam kulelerin yer aldığı bu surun önünde hendek yoktur. Buradaki surlar Manuel Komnenos, Herakleios (610–641) ve Leon (813–820) suru olmak üzere üç kısımdan meydana gelmektedir. 626 yılında Avarların İstanbul’u kuşatmaları sırasında buradan bir gedik açarak şehre girmek istemişlerse de başarılı olamamışlardır. Bu kapı Herakleios surunun üçüncü kulesinden sahile doğru uzanan koruma duvarında açılmış bir kapıdır. XIV. ve XV. yüzyıllara ait metinlerde buradan Ksyloporta olarak bahsedilmektedir. Bu kapı ve koruma duvarları 1868’de yıkılmıştır.


Marmara Surları

Marmara surları, Marmara Denizi kıyılarında 8,5 km. uzunluğunda ve tek sıra olarak yapılmıştır. Aya Barbara (Topkapı) Kapısı ile Kara surlarının güneyden başlayan bu surlar Yedikule’nin güneyinde kara surları ile birleşmektedir. Marmara surları denizden gelecek düşman saldırılarına karşı korunma amacı ile yapılmıştır. Nitekim Theopnaes, 718’de Arapların İstanbul’u kuşatmaları sırasında çıkan bir fırtınanın Arap donanmasını tamamıyla perişan ettiğini yazmaktadır. Birçok kısmı akıntılı olan bu sahilde surlara düşman donanmasının yaklaşması ve karaya asker çıkararak koçbaşları ile hücuma geçme olanaklarını bu tabiat şartları çok zorlaştırıyordu.

Buradaki duvarlarının yüksekliği 12–15 m. arasındadır. Ortalama 20 m. yüksekliğinde kare, beş ve altıgen planlı 188 burcu ve 8’i büyük olmak üzere irili ufaklı 36 kapısı olduğu tespit edilmiştir. Küçük kapılar askeri amaçlı olmayıp geride bulunan mabetlere, saraya ve diğer yapılara gitmek için kullanılmışlardır. 1871–1872’deki Marmara kıyısından demiryolu geçirilirken bu surlar sekiz yerinden kesilmiş ve büyük tahribata uğrayarak birçok kapı ve burcu yok olmuştur.

Marmara deniz surlarının ilk yapılışının sahile yığılan taşların oluşturduğu bir set olduğu bilinmektedir. Büyük Konstantinus ilk kara surlarını yaptırttığında deniz surları ile birleştirmeyi gerçekleştirmiştir. Samatya’nın doğu tarafında birleşen bu surlar depremden zarar görünce Arkadios (395–408) zamanında onarılmıştır. II. Theodosius kara surlarını yaptırdığında Marmara surları da bu yeni surun güneyindeki bitiş noktasına kadar uzatılmıştır. 447 depreminde zarar görünce I. Leon tarafından onarılmıştır. Ancak, Yenikapı’da bugün olmayan bir kitabede Perfectus Constantinus’un onardığının yazılı olduğunu, devrin tarihçileri yazmaktadır. Daha sonra II. Anastasios (713–715) Arap akınlarına karşı koymak için surları onartmıştır. Bu onarım sayesinde Arap komutanı Mesleme şehre girememiştir. 764’de çok şiddetli geçen kış sırasında Karadeniz sahili millerce mesafe donmuştu. İlkbaharda buzlar çözlünce akıntı birçok büyük buzları denize sürüklemişti. Bu buzullar akıntı ile Sarayburnu’na gelmiş ve surlara şiddetle çarparak büyük bir zararlar verirmiştir. II. Mikhael (820–829) ve oğlu Teofilos’un (829–842) zamanında büyük bir tamir gördüğü de kulelerin cephelerindeki kitabe bantlarında yazılıdır. Teofilos Haliç ağzında gerili olan zincirin dışında kalan ve denizden gelebilecek hücumlara karşı zayıf olan bu surları Eugenia Kapısı ile deniz feneri arasında kalan kısmını yıktırarak daha sağlam ve yüksek bir sur duvarı inşa ettirmiştir.

I. Basileus (867–886) zamanında bir kasırgada tahrip olan surlar kısa bir sürede onarıldı. VI. Leon (886–912) Teophilos zamanında yapılmış olan on altıncı kuleyi ve sur duvarlarını yükseltmiştir. II. Nikophoros Phokas (963–969) Tarsus’tan ganimet olarak getirdiği bir kapıyı Barbara Kapısı’na koydurur. I. Aleksios Komnenos (1081–1118) ise Mangana önündeki surları denize kadar genişletmiştir. Daha sonra I. Manuel Komnenos (1143–1180) da doğal şartların getirdiği tahribatı onarmıştır. Daha sonraları surlara denizin yaptığı tahribatları VIII. Mikhael Palaiologos ve III. Andronikos tamir ettirilmiştir. Buradaki zeminin zayıflığı, şiddetli lodos fırtınaları, alüvyonlu bir dolgu toprak üzerinde yer alması bu surların kısa sürede aşınmasına yol açıyor ve bu yüzden de devamlı bakım çalışmaları yapılmasını gerektiriyordu. Dalgalara karşı büyük kaya blokları, önceki devirlere ait antik mermer parçaları barikat olarak ve sağlamlığı sağlamak için de sur temellerinin alt kısımlarında kullanılmıştır. Üst kısımlarda ise daha zayıf bir taş malzeme kullanılmıştır. 1343 ve 1354 depremlerinden bu surlar büyük zarar görmüş aynı zamanda Cenevizlilerin donanmasına karşı koymak amacıyla da sağlamlaştırılmıştır.

VIII. İoannes Palaiologos (1425–1448) Kontaskalion limanının inşasıyla birlikte bu bölgedeki deniz surlarını da yenilemiştir. Onarım için gerekli parayı Bizans’ın hazinesi karşılayamayınca Bizans’taki yüksek rütbeli kişiler maddi destekte bulunmuşlardır. Lukas Notaras ve Sırp Despotu Georg Brankovic’in yardımları ve yeni bir kule yaptırdıkları buradaki kitabede yazılıdır. Fetihten sonra bu surlar da diğerleri gibi onarılmışlardır. Fatih Sultan Mehmet Kadırga limanını inşa ederken bu limanın civarındaki surları kulelerle sağlamlaştırmıştır. 1635’de Sadrazam Bayram Paşa daha evvel geçirdiği depremlerden dolayı zarar görmüş olan surları tamir ettirmiştir. 1722-1723’de Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa Yalı Köşkü ile Narlı Kapı arasında deniz surlarına ilaveler yaptırmış ve Ahırkapı inşa edilmiştir. 1816’da II. Mahmud’un emriyle Mermer Köşk’ün yapılması sırasında Top Kapı’daki mermer kesme taştan yapılmış kuleler yıktırılmıştır. 1959’da Sirkeci’den Bakırköy’e doğru açılar sahil yolunun yapımı sırasında surların bazı bölümleri yıkılmış ve molozları surların diplerine atıldığı için bir nevi temel sağlamlaştırma oluşmuştur.


Marmara Surlarının Kapıları

Aya Barbara (Basilike) Kapısı (Topkapısı)

Sarayburnu’nda bulunan bu kapı adını topçuların azizesi kabul edilen Aya Barbara’dan almıştır. Daha sonra yapılan saraya “Topkapı” adının verilmesi bu kapıdan dolayıdır. Günümüzde mevcut olmayan bu kapıdan II. Ioannes Komnenos ve I. Manuel Komnenos’un Macaristan’a yaptığı başarılı seferden dönerken zafer alayı ile girmesinden dolayı bu kapı “İmparator Kapısı” anlamına gelen Basilike adı ile de anılmıştır. Marmara surlarının en eski kapısı olan bu kapının iki yanında mermerden iki burç yükseliyordu. Kapı kanatlarını ise Nikephoras Phokas Tarsus’da elde ettiği ganimetlerden biri olarak buraya getirip koydurmuştu. Kapının iki tarafındaki kitabelerde İmparator Theophilos’un şehri yeniden imar ettirdiği yazılı idi. Kapını önünde ise bir iskele bulunuyordu.


Üçüncü Burçtaki Kapı

Bugün bu kapının sadece söveleri görülmekte olup içi örülerek doldurulmuş ve kapı özelliğini kaybetmiştir. Aynı burcun kuzeyinde yine küçük bir kapı bulunuyordu.


Dördüncü Burçtaki Kapı

Bu kapı da dördüncü burcun kuzey tarafında, yana doğru açılmış olup bugün sadece söve ve lentoları kalmıştır. Kapı boşluğu emniyeti düşünülerek muhtemelen Bizans devrinde örülerek doldurulmuştur. Bu kapının üzerinde Theophilos’un kitabesinin olduğu eski kaynaklarda ifade edilmekte olup bu kitabe günümüze gelememiştir.


Değirmen Kapısı

Sultan II. Mahmud burada mevcut olan kapıyı yıktırmış ve yerine yeniden yaptırmıştır. Eski Bizans kapısına ait burç ile kapı arasındaki kemerden anlaşılmaktadır. Bu kapının 35 m. kadar kuzeyinde bugün örülmüş olan eski kayıtlarda Demir Kapı adı ile geçen kapıdan itibaren surlar ileriye doğru bir kavis çizerek ilerler ve 40 m. kadar sonra 2,5 m. kalınlığındaki Mangane burcu ile birleşir. Bu kapının 30 m. kadar ilerisinde ise küçük bir sarnıç bulunmaktadır.


Aya Yorgi (Aziz Georgios) Kapısı

İmparator I. Aleksios Komnenos tarafından deniz tarafına doğru ileri alınmış surların üzerinde açtırılmıştır. Bu kapı arkadaki Mangana Sarayına gidiş için kullanılıyordu.


Ahırkapı

Büyük Saray’ın sahil kapılarından biridir. İmparator III. Mikhael burada büyük ahırlar yaptırttığı için bu isimle anılmaktadır. Osmanlı devrinde de buradaki ahırlar yerlerini korumuşlardır. Kapının üzerinde Damat Nevşehirli İbrahim Paşa tarafından onarıldığını belirten kitabesi Arkeoloji Müzesi’ndedir. Bizanslılar döneminde bu kapıdan küçük limana çıkılırdı. Saraya mensup olmayanların gemileri buraya giremezdi.

Marmara surlarındaki kapıların çoğu örülmüş ve büyük bir kısmı da yıkılmış olduğu için sadece isimleri bilinmektedir. Bunların başlıcaları şunlardır: Adının kapının önündeki aslan heykelinden alan Porta Leonis (Aslanlar Kapısı), Sofia Kapısı, Osmanlı devrinde Kadırga Limanı kapısı olarak kullanılmıştır. Vlanga Kapısı sonradan Yeni Kapı adını almıştır. Psmatia Kapısı, Davutpaşa Kapısı ve Narlı Kapı.


Haliç Surları

Haliç, Marmara’nın ağzına yakın bir kısmında Alibeyköy (Kydaros) ve Kâğıthane (Barbyzes) derelerinin birleşmesiyle oluşup, Buzul Çağının sonlarında kara kesiminin sular altında kalmasıyla meydana gelen ve karaya 8 km. kadar içeri giren bir deniz girintisidir. Haliç’in genişliği Eyüp hizasında 200 m. olup en dar yeridir. Cibali-Kasımpaşa arasında ise 700 m.dir. Antik Çağda Haliç’e “Keras” denilmekte, bu isim Byzantion’un kurucusu Byzas’ın annesi Keroessa’dan gelmektedir. İstanbul’a ilk yerleşim de Haliç’in yukarı kısmındadır.

Roma İmparatorluğu’nun son yıllarında I. Konstantinos Byzantion’u ikinci bir merkez yapmak istemesiyle Cibali ile Fener arasında yeni surlar inşa ederek Haliç’e bir iç liman olarak kullanılmasını sağlamıştır. II. Theodosius ise bu surları Ayvansaray’dan Haliç’e inip Marmara’ya doğru uzatarak kenti emniyet altına almak istemiştir.

Haliç surlarından günümüze çok az parça kalmıştır. Bu surlar bu bölgede yapılan binalar arasında kaybolmuştur. Sarayburnu’ndan Bahçekapı’ya kadar olan kısım ise 1871’deki demiryolu inşaatı sırasında yıkılmıştır. Kara tarafı surlarına göre çok zayıf ve alçak olan bu surlar tek sıra halinde idi. Taş sıralarının arasındaki 6–7 kat tuğla hatıllarla yapılmıştır. Kâğıthane ve Alibeyköy derelerinin getirdikleri balçıkla Haliç’in dolması burada çürük bir zemin meydana getirmeleri nedeniyle bu duvarlar alçak, burçları ise kare şeklinde yapılmıştır. Bu nedenle doğal olarak burada birtakım kaymalar ve çökmeler oluştuğundan devamlı olarak onarılmıştır.

Kara Surları tamamlandıktan sonra Haliç kıyılarını da tamamlamak zorunluluğu doğmuştur. 626’daki Avar istilası da bu bölgede sur yapılması gereğini göstermiştir. İmparator Heraclius (610–641) Petrion surlarının güney bitimine üzerinde on iki burç bulunan surları yaptırarak Blachernai bölgesini emniyet altına almıştır. Petrion adı verilen çift surun ne zaman yapıldığı hakkında kesin bir tarih verilememekle beraber, İmparator Iustinianus zamanında yapıldığı tahmin edilmektedir. Bu surların çevresinin uzunluğu 265 m.dir. Bu surun çevrelediği alanın içinde kilise ve bazılarında kadınların hapsedildiği bugünkü Patrikhane Kilisesi’nin yerindeki Hagios Georgios Manastırı vardı. Bu surun kapıları ise günümüze bir kısım duvar parçalarının kaldığı Fener ve Petri kapılarıdır.

Haliç surlarını III. Tiberius (698–705 ) Arap akınlarına karşı koymak amacıyla tamir ettirmiş ve Eugenis kulesinden Galata’daki bir kuleye bağlanan bir zincir çektirmiştir. Bu zincir sayesinde Arapların 717’deki akınlarında şehre girmeleri engellenmiştir. II. Anastasius’un (713–715) bu surları tekrar tamir ettirdiğini tarihçi Teophanos yazmaktadır. Yine aynı yazar 763 senesindeki kışın çok sert geçtiğini ve Karadeniz’den gelen büyük buz kütlelerinin bu sura çarparak büyük zararlar verdiğini yazmıştır.

II. Mikhael ve oğlu Theophilos sur duvarlarının yeterli yükseklikte olmadığını görerek Hagios Demetrius Kilisesi ile Sarayburnu arasında büyük bir onarım faaliyetine girmişler ve birtakım ilaveler yapmışlardır. Bu dönemde Haliç sahili ile Heraclius suru arasındaki sahayı kapatmak için dikine bir sur daha yapılmıştır. Bu sur üzerinde günümüzdeki Eyüp Caddesi’nin geçtiği yerde “Xylporta” adındaki kapının üzerine ve yanındaki burçlara bu onarımları belirten kitabeler konulmuşsa da bu kapı ve kitabeler günümüze ulaşamamıştır. Latin istilası sırasında şehri Haliç’ten kuşatan Haçlılar buraya çekilmiş olan zincirin ucunun bağlandığı Kastellion burcunu ele geçirerek zinciri açmışlar, Balat ile Petrion arasındaki surların denize en yakın olduğu yerden hücuma geçerek kurdukları asma köprülerin de yardımı ile kente girmişlerdir. Bu arada onlara yardım maksadıyla Venediklilerin çıkardıkları yangın da şehrin ele geçirilmesini kolaylaştırmıştır. Bu istila sırasında Haliç surları ve bu burçları büyük zarar görmüştür. 1264’de Latin istilası sonunda II. Mikhael bu surları yeniden onarmış ve yükseltmiştir. Bizans donanmasının denize hâkim olduğu önceki devirlerde bu surların alçak olmasında bir mahzur yoktu, fakat zamanla donanma zayıflayınca, Latinlerin istilası da yaşanınca buradaki surları yükseltmek gereği doğmuştur. VI. İoannes Kantakuzenos (1347–1354) Galata’da yerleşmiş olan Cenevizlilerin yardım talepleri üzerine Ceneviz donanması yola çıkıp da Marmara Ereğlisi’ni (Printhus) zapt ettikleri haberini alınca bütün sahil surlarını tamir ettirmiş, burçların üst kısımlarını kalın hatıllar ve ahşap malzeme ile biraz daha yükseltmiştir. Ayrıca sur ile deniz arasına bir de hendek kazdırmıştır. Bu onarımlara ait Cibali Kapısı üzerindeki kitabe ise bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndedir.

Cenevizliler şehre girememelerine rağmen çekilirlerken surların önündeki evleri yakmışlardır. Fetih sırasında ise Hasköy tarafına yerleştirilen toplar bu surlara büyük ölçüde zarar vermiştir. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u kuşattığında zincir yine Haliç’in girişini engelliyordu. Bu kuşatma sırasında Bizans’a yardım getiren Hıristiyan gemilerinin buraya girmesi için zaman zaman aralanan zincir henüz güçlü bir donanmaya sahip olmayan Osmanlı gemileri için yine de hayatiyetini koruyordu, fakat 21 Nisan gecesi Osmanlı kadırgalarının Galata sırtlarından Haliç’e indirilmesiyle fonksiyonunu tamamen kaybetmiştir.

Haliç surları Patrikhanenin bulunduğu Petrion’da bir iç kale meydana getiriyordu. Tahtakale’deki bir burcu ise Bizans devrinden beri hapishane olarak kullanılmış, Osmanlı döneminde de aynı işlevini sürdürmüştür. İmam Hüseyin’in çocuklarından olduğu ileri sürülen Seyid Cafer’in mezarının bulunduğu yer olmasından dolayı “Baba Cafer Zindanı” olarak adlandırılmıştır. Baba Cafer Şeyh Maksud ve yardımcıları ile birlikte Abbasi halifesi Harunreşit tarafından Bizans’a elçi olarak gönderilmiştir. Şehre girmeden az önce, daha evvel Kocamustafapaşa tarafında yerleşmiş olan bir grup Arap ile Bizanslılar arasında şiddetli bir çarpışma olmuş ve Arapların birçoğu öldürülüp cesetleri sokak ortasında bırakılmıştır. Bunu gören Baba Cafer İmparatora ağır sözler söylemiş, cezalandırılmak üzere o zaman hapishane olarak kullanılan bu zindana atılmış ve orada zehirlenerek öldürülmüş ve aynı yere gömülmüştür. Bugün bu mezarın yanında Çoban Ali Dede denilen ikinci bir mezar daha vardır. Osmanlı devrinde içinde bir de kuyunun bulunduğu bu zindan odası türbe haline getirilmiştir.

Osmanlı dönemindeki deniz tesisleri Galata surlarının dibinden Haliç’in yukarılarına Hasköy’e doğru yapılmıştır. Gemi inşa tersaneleri, divanhaneler, mahzenler ve ambarlar inşa edilmiş olup, burada çalışan işçi ve esirlerin kalmaları için bir kısım yerler yapıldığı gibi bir kısım esir de güvenlik açısından Galata Kulesi’nde yatırılıyordu. Bu yüzden buradan yabancı kaynaklarda “Tersane Zindanı” (bagne) olarak söz edilmektedir. Fatih Sultan Mehmet zamanında rüzgârlara karşı emin bir yer olarak görülen Kasımpaşa Deresi ağzında bir kadırga yapım yeri yapılmış olup burası Sultan I. Selim zamanında Cafer Paşa tarafından genişletilerek Kasımpaşa Tersanesi’ne dönüşmüştür. Bu tersane Sultan III. Ahmet ve Sultan II. Mahmut zamanında daha da genişletilmiş ve bir de divanhane yapılmıştır. Bu bina birtakım ilavelerle bugün Kuzey Deniz Saha Komutanlığı’na ait olup halen kullanılmaktadır. Haliç’in kuzey kısmındaki gemilerin zincirlerinin yapım yeri olarak inşa edilmiş olan Lengerhane ise günümüzde Koç Vakfı’na ait Sanayi Müzesi olarak kullanılmaktadır.


Haliç Surları Kapıları

Haliç kıyısı boyunca uzanan bu surlarda çoğu Bizans dönemine ait olmakla beraber Osmanlı döneminde de yeni bazı kapılar açılmıştır. Bizans devrinde surların Haliç’e açılan kapıları ve önlerindeki limanları sadece askeri değil sivil amaçla da kullanılıyordu. Günümüzde bu kapıların çoğu yok olmuştur. En batıdan Sirkeci’ye kadar uzanan kapılar şunlardır:


Ayvansaray Kapısı (Kiliomene)

Ayvansaray’da olan bu kapı yıkılmıştır. Bizans İmparatorları buradaki Theotokos Kilisesi’ne geldiklerinde kapının önündeki iskeleden karaya çıkıp bu kapıdan geçiyorlardı.


Balat Kapısı

Fatih Sultan Mehmet’in vakfiyelerinde “Balat Kapısı” olarak adlandırılan ve günümüze gelemeyen bu kapının Blachernai Sarayının kapılarından biri olduğunu Hammer yazmaktadır. Bu kapının iki tarafı rölyeflerle süslü olup, bunlardan elinde bir hurma dalı tutan kanatlı melek figürü İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndedir. Bu bölümdeki surlar da tamamen yıkılmış olup yerleri evler tarafından doldurulmuştur.


Petri Kapısı

Ayvansaray’a giden caddede, Patrikhane yolunun ağzında olan bu kapı da yıkılmış olup günümüze hiçbir parçası gelmemiştir


Yeni Ayakapısı

Fetihten sonra Kanuni Sultan Süleyman zamanında surun burçlarından biri genişletilerek açılmış olan bu kapıdan Sultan Selim Camisi’ne gidiliyordu. Kapı Günümüze ulaşamamıştır.


Cibali Kapısı (Porta İspigas)

İki tarafındaki iki mermer sütunun üzerine oturan yuvarlak kemerli bir kapıdır. Osmanlı devrinde “Cebe Ali” olarak isimlendirilmiştir.


Zindan Kapı (Porta Seminaria)

Kumkapı’dan başlayıp Bayezıd Camisi’nin bulunduğu yerin 100 m. kadar batısından geçip Haliç’e inen yol bu kapı ile bitiyordu. 1891’de yıkılmış olan bu kapının batısındaki burç Fetihten sonra 1872’ye kadar hapishane olarak kullanılmıştır

Bu civardaki Haliç surlarının diğer kapıları olan Osmanlı devrinde açılan Tüfekhane ile Bizans devrine ait olup, Osmanlı zamanında da kullanılan Unkapanı, Ayazma, Odun,
Balıkpazarı (Porta de Perama),Yenicami (St. Marc Poternesi) ve Bahçekapı (Porta Neorion) yıkılmış olup günümüze gelmemiştir.


Galata Surları

Günümüzde Bankalar Caddesi Karaköy Meydanı ve Kalafatyer’ini içine alan, oldukça dar ve kıyıdaki bir sahayı kaplayan bu bölgeye, imtiyazlı olarak yerleşmiş olan Cenevizlilerin yaptıkları surlardan günümüze çok az duvar kalıntısı ile burçlara ve kapıları ait bazı kalıntılar gelebilmiştir.

Latin istilasından sonra Bizans duruma hâkim olunca bu bölgeye yerleşmiş olan olduğu bilinen Cenevizliler 1267’de Galata’da yerleşme iznini İmparator VIII. Mikhail Palaiologos’dan almışlardır. İmparator Cenevizlileri kontrol altında tutmak için burada bir Bizans garnizonu bırakarak surları yıktırmıştır. Sur duvarları olmadığı için 22 Temmuz 1296’da Venedik donanması Galata’daki Ceneviz kolonisinin evlerini yakmıştır. Bu olay üzerine Venedik Balyosu linç edilmiştir. Cenevizliler olası tecavüzlere karşı kolonilerinin etrafını bir sur duvarı ile çevirmek istediklerini II. Andronikos Palaioloğos’dan talep etmişlerse de gerekli izini alamamışlardır. 1303’de İmparator Cenevizlilere tanıdığı bu imtiyazlı bölgenin sınırlarını bir ferman ile tespit ederek kesinleştirmiştir. Buna göre kolonilerinin etrafını sadece boş bir arazi şeridi ile çevirmelerine izin verilmiş, bölgenin dışında ev yapımı ise kesinlikle yasaklanmıştı. İmparator ile Cenevizli Guido Embriaco ve Acursio Ferrari tarafından 1304 Mart’ında imzalanan anlaşmaya göre Cenevizliler tespit edilen bölgenin içinde et, buğday pazarları, hamam, kilise yapabilecekler fakat etrafını asla surla çevirmeyeceklerdi. Ancak, daha sonraları bu yıllara ait duvar kalıntılarından Cenevizlilerin buna uymadıkları anlaşılmaktadır.

Bizanslı tarihçi Nikephoros’a göre; önce koloninin etrafına bir hendek kazıp Bizans’ı bir oldubittiye getirmişlerdir. Buna ses çıkarılmayınca bu kez de bölge sınırları üzerinde muntazam aralıklarla yüksek, taştan yapılmış evler inşa etmişler daha sonra ise bu evleri burç olarak kullanıp aralarındaki boşlukları duvar ile doldurarak bir sur meydana getirmişlerdir. Bu sırada oldukça zayıf durumdaki Bizans buna bir tepki gösterememiş ve Galata surları da bu şekilde inşa edilmiştir. Cenevizliler İmparatorun onurunu da korumak için bu surların üzerine bir haçın dört kolu arasına yerleştirilmiş “Hükümdarlara hükmeden hükümdarların hükümdarı” kelimelerinden meydana gelen bir Bizans arması koymuşlardır. Daha sonra Bizans’ın iyice zayıflamasından yararlanan Cenevizliler sınırlarını genişletmişler, surlarını Tophane çevresine kadar uzatmışlardır. Daha sonra surlara Cenevizli zengin ailelerin armaları konulmuştur.

İstanbul’un fethi sırasında Cenevizliler tamamen bağımsız bir devlet tutumunu takip ederek tarafsız kalmaya çalışmışlardır. Fetihten sonra 1 Haziran 1453’de Fatih Sultan Mehmet ile aralarında imzalanan bir anlaşma ile şehrin sahibi olduklarını reddetmişler buna karşılık da imtiyazlarını korumuşlardır. Fatih Sultan Mehmet bu anlaşmadan sonra surların bir kısmını yıktırtmıştır. 1454’de Luciano Spinola ve Baldasse Maruffo Fatih Sultan Mehmet’ten “surların tamirine izin ve şehrin idaresinin kendilerine bırakılması” için istekte bulundularsa da bu istek yerine getirilmemiş ve buradaki en büyük kilise olan San Paola Kilisesi camiye (Arap Camii) çevrilmiştir. Galata da bir voyvoda idaresinde kadılık olarak Osmanlı idaresine bağlanmıştır.

Galata surları Haliç ve Boğaz tarafından denizle sınırlandığından karadan gelecek tehlikeye karşı Azapkapı, Şişhane, Galata Kulesi-Tophane arasında idi. Surların önünde 15 m. genişliğinde hendek kazılmıştı. Bu taraftaki kapılar, arkadaki araziye hendekler üzerinden ağaç köprülerle bağlanmışlardı. Surların kalınlığı 2 m. çevresi ise 2 800 m. yi bulmakta olup 37 hektarlık bir sahayı kaplıyordu. Cenevizliler daha sonra sınırlarını genişlettiklerinden aralara bölme duvarları yapmışlardır. Surların en büyük burcu sahili korumak amacıyla yapılmış olup, bugünkü Yeraltı Camisi bu burçtan istifade edilerek yapılmıştır. Surların ikinci önemli kulesi ise Galata Kulesi’dir.

Bu surlar XIX. yüzyılın ortalarına kadar gelebilmişler ve bu tarihten sonra inşaat alanı kazanmak için yıktırılmıştır. Surların üzerlerindeki armalı levhalar ise İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunmaktadır. 1509 depreminden büyük ölçüde zarar gören bu surlardan günümüze Galata Kulesi’nin civarında sur ve burç kalıntılarından çok azı gelebilmiştir. Surların deniz yönündeki kapıları, Kürekçi, Yağkapan, Balıkpazarı, Karaköy Kurşunlu Mahzen ve Mumhane Kapısı isimlerini taşıyordu. Beyoğlu tarafındaki kapılar Büyük ve Küçük Kule kapıları ile Azap Kapısı idi. İç bölmelerdeki kapılar ise İç Azap Kapısı, Kuledibi Kapısı, Horoz Kapı ve Voyvoda Kapısı idi.

Kaynak : http://www.restorasyonforum.com

Restorasyon

  • Ziyaretçi
Ynt: İstanbul Tüm Tarihi Yapıları
« Yanıtla #22 : 31 Mart 2009, 02:39:20 »
Merhaba arkadaşlar sitenize yeni üye oldum bu siteye yakışır bir konu olduğunu düşünüyorum devamı gelecek fakat çok uykum geldi arkadaşlar umarım beyenirsiniz  :) hoşçakalın bu gecelik

Restorasyon

  • Ziyaretçi
Ynt: İstanbul Tüm Tarihi Yapıları
« Yanıtla #23 : 15 Nisan 2009, 17:38:51 »
:S bi teşekkür bile yok madem gerisini yüklemenin anlamıda yok..!

Çevrimdışı ilker

  • İlker ÖZTÜRK
  • Administrator
  • Sanat Kurdu
  • *
  • İleti: 8.589
  • Karizma Puanı: 1882
    • GorselSanatlar.NET
Ynt: İstanbul Tüm Tarihi Yapıları
« Yanıtla #24 : 15 Nisan 2009, 17:45:07 »
Teşekkürler üstadım. Mesajlar haddinden fazla uzun olduğu için sayfa çok geç açılıyor. Belki de o yüzden yorum yazılmamış olabilir  :D Yeni konu olarak açsan daha iyi olur aslında. Süper paylaşım  321s
Selçuk Üniversitesi - Seramik - 1998
Abant İzzet Baysal Üniversitesi - Resim İş - 2004
Düzce Yunus Emre Ortaokulu


Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet.