BEĞENİ VE KÜLTÜR YOZLAŞMASI ÜSTÜNE
Günlük yaşamımızda, "Renkler ve zevkler tartışılmaz" deyişini sık sık kullanırız. Sanıyorum bu deyiş, özbeğenimize karşı yöneltilmiş eleştiriden kaçmak için sığındığımız en yakın bir cankurtarandır. Zaman zaman da "Herkes beğeniyor" gibi çoğunluğun beğeni konusundaki düşüncesini kanıt olarak ileri sürerek savunmaya geçeriz. Ama çoğunluğun her zaman haklı olduğunu sanmak bizi genellikle yanıltır.
İnsanlık tarihini incelediğimizde, gerçek sanatçıların, bilim adamlarının çoğu kez genelin düşünce ve isteklerine ters düştükleri görülür. Yani toplumun çoğunluğu genellikle yanılgı içindedir. Beğeni konusunda da durum bundan pek farklı değildir.
Konuya geçmeden önce beğeni kavramına kısaca açıklık getirmek gerek. Nedir beğeni? Beğeni: "Estetik duygu; güzelliğe ilişkin sorunlar konusunda yargıda bulunma yetişidir." diye tanımlanabilir.
Beğeni sahibi: Güzelliğe ilişkin duyarlığa sahip kişidir. Beğeni, inşam insan yapan duygunun ölçüsüdür, adıdır. Yasanım amacı da haz duymaktır bir anlamda. İnşam insan yapan bu duygu yozlaşıyor, soysuzlaşıyor mu acaba toplumumuzda? Giysilerimizden tutun da müziğimize, resim sanatımıza, mimarîmize, yazımınıza, mutfak kültürümüze; yaşamımızın her alanındaki davranışımıza dek...
Geçmişteki yaşama biçimimize göre sorunun yanıü «Hayır» olabilir. «Nostaljik» bir duyguyla geçmişi güzel göstermek gibi bir hevesimiz yoktur. Demek istediğimiz, kültür ve beğeni düzeyimizin olması gereken yerde; uygar düzeyde olup olmadığıdır.
Günlük yaşamımıza baktığımızda, beğeniden yana pek olumlu bir yargıya varmanın olanağı yok gibi. Daha sabah radyoyu açar açmaz, yaşama sevinci veren bir müzikle güne başlamak neredeyse olanaksızdır. Ya da dolmuşa bindiğinizde kasetten dökülen arabesk iniltiyle şoförün müzik dünyasını paylaşmak zorunda kalmanız kaçınılmazdır. Caddeye çıktığınızda çirkinlik yarışma girmiş sevimsiz beton yığınları ile üzerinize saldıran trafik seli ve tepenize yıkılan beğeni «ucubesi» tabela azmanlanyla karşı karşıyasınızdır. Mağazaların içerisinde ne varsa vitrinlere doldurulmuş. Keseniz bir yana, beğeninize uygun bir çift ayakkabı ya da bir elbise bulabilmeniz için bir hafta dolaşmanız gerekir. Yemeğin plâstik tabaklarda sunulduğu köfteci ve pidecilerin ya da ayaküstü dönercilerin dışında, doğru dürüst mutfak yemeği yiyeceğiniz orta halli bir lokanta bulmanız olanaksızdır. Alman öykünmesi «Gasthaus» tipi lokantalarda lahmacun ve kebabı kendimize özgü bir biçimde buluşturmuşuz. Mutfak kültürümüzden konuşma biçimimize dek garip bir biçimde değişmekte tüm yaşamımız. Bulutlan tırmalayan beton yığını apartmanlarla, teneke çatılı gecekonduların konut kültürümüzde buluştuğu gibi, baş örtüsü ile kot pantolon-dallı güllü entari, takke ve kareli ceket giyim kültürümüzde kendi beğenisini bulabiliyor.
Toplumdaki değişen kültür yapısı kuşkusuz değişen yaşama biçimiyle üintilidir. Çağımızdaki bilimsel ve teknolojik gelişmelerin \ getirdiği yeniliklerin insan yaşamına kazandırdığı olanakları göz önüne alırsak söz konusu değişmeyi olumlu olarak değerlendirmek gerektiği kuşku götürmez. Teknolojinin insanlığa yaşam kolayhğı getirdiği yadsınamaz. Son yirmi yıldaki baş döndürücü bilimsel ve teknolojik gelişmeler, bundan elli yıl öncesinde insanoğlunun düşleyemeyeceği kertededir. Bu açıdan içinde yaşadığımız zamana "sürat ve konfor" çağı diyebiliriz. Ancak, bu hızlı değişmeye koşut (paralel) olarak, insanlığın moral ve kültürel değerler gehştirebildiği söylenemez.
Uzayın bile "su yolu" edildiği günümüzde, açlıktan ölen insanlara yetişemediğimizi, bir karabasan gibi insanlığın üzerine çöken hastalıkların varlığını, sürüp giden savaşlarla insanoğlunun bugün bile «kanibalizm» hastalığından kurtulamadığını, üzerinde yaşadığımız yer yuvarlağını bir anda mezarlığa çevirebilecek nükleer savaş korkusunun baskısından kurtulamadığımızı, endüstri artıklarının dünyamızı bir çöplük gezegenine dönüştürme tehlikesiyle karşı karşıya getirdiğini, gürültü, hava kirliliği ve trafik keşmekeşinin büyük kentleri cehenneme dönüştürdüğünü; kısacası insanın kendi yarattığı uygarlıktan korkar duruma geldiğim düşünürsek çağımız insanının mutlu olduğu savında bulunmak kolay olmasa gerek. Hem de uygarlığın tüm olanaklarına karşın. Denge yasasının doğal sonucu olarak her yararlı, karşıtı olan zararlıyı da birlikte getirmektedir.
Endüstrileşmeyle gelen üretim biçimi daha sınırlı alanlara yönelik uzmanlık ve iş bölümü dizgesini (sistemini) doğurmuş ve daha çok üretim-tüketim anlayışı, herşeyin zamanla sınırlandığı bir yaşama biçimini zorunlu duruma sokmuştur. Daha hızlı yaşama biçimi de kendisine daha az zaman ayırabilen, isteklerini gereğince doyuramayan, duygularım giderek unutan, kendisi ile diyalog kuramayan, kendine yabancılaşmaya başlamış bir insan tipini yaratmıştır. İnsanı sadece üretmekle yükümlü bir varlık olarak görmeye başlayan endüstri toplumunun yarattığı bu yeni insan tipi "birey olarak niteliklerini, duygularını, özlem ve umutlarını; karar verme varlığı olarak da özgürlüğünü yitirme tehlikesi içinde olan bir insandır. Bugünkü yeni insan tipi -yığın insanı olarak- özgür insana yabancıdır." Ne sunulursa kabullenen; eleştirel düşünceden ve istenç varlığı olmaktan uzaklaşmaktadır.
18. yüzyılda başlayan endüstrileşme aşağı yukarı iki yüz yıldır sürmektedir. Ama "Endüstri Çağı kültürü ve sanatı" henüz yaratılamamıştır. Geçiş dönemi kültürü diyebileceğimiz bu kültürün, henüz kişiliğini ya da olgun biçimini bulamamış beğenisine yozlaşma diyebiliriz. Öyleyse nedir bu yozlaşmanın nedeni? Kendine yabancılaşan insanın duyarsızlaşmasının sonucudur diyebilir miyiz? Kültür ve beğeni yozlaşmasını tek bir nedene bağlamanın olanağı yoktur. Ancak, endüstrileşmenin getirdiği yoğun iş bölümü ve yığın üretimini amaçlayan düzen içerisinde çalışan insan, düşünmeyi hiç gerektirmeyen işler yapa yapa yaratıcılığını giderek yitirmek durumundadır. İş yaşamı boyunca sadece civata sıkmak, paket yapmak ya da dört duvar arasında hep aynı işle uğraşmak zorunda kalan insan, kullandığı makinanın ya da bürokrasinin bir parçası hâline gelerek robotlaşmaktadır. Böylece de yaşama tek pencereden bakan "tek boyutlu" bir insan olup çıkmaktadır. Yasanım zenginliklerini tanımayan, doğaya uzak kalmış, doğa-insan arasındaki ve doğanın, kendi içindeki çok yönlü ilişkileri tanıma olanağı bulamayan kişi, yeni kültür değerleri üretememekte ve kısır bir varlık olmaktadır. İlişki ve çelişkileri öğrenemeyen bu insan tipi, bulduğuyla yetinen, eleştiriyi unutmuş bir tavrın inşam olmaktadır. Yaşamın dar bir alanına dönük (mesleğiyle ilgili) bilginin dışında bir birikim sağlayamadığından, başka alanlarına karşı ilgisiz kalmaktadır. Böylece yaşamın bütiinselliğine ilişkin bilgileri toplanıayan insan, onun anlamını da kavrayamayacağından ondan haz duyamayan, amaçsız, umutsuz ve mutsuz bir birey olacaktır. Umudunu ve yaşama sevincini yitirmiş insan "yaşama" bağlanamaz. Hiçbir şeye sevgiyle yaklaşamaz. Ne kendini ne de başkasını sevebilir. Sevgi bilginin ve yaratmanın kaynağıdır. Çok yönlü ilgi insana yeni boyutlar katar ve zengin ilişkiler bütünü içerisinde yeni çağrışımlara neden olur.
Yüzyılımızın düşünürlerinden B. Russel: "Bilimin doğuşunu tabiat aşıklarına borçluyuz. Denizlerin, rüzgârların, dağların güzelliğini sezenler onlardır. Bu sevgi iledir ki düşünceleri doğanın güzelliklerini kucaklamıştı; doğayı yalnız dışardan seyretmek değil bütün sırlan ile öğrenmek istemişlerdi... Modern dünyanın bütün canlılığı onlardaki entellektüel aşkın büyüklüğünden doğmuştur." der.
Endüstrileşmenin getirdiği kentsel yaşama biçimi inşam doğadan koparmıştır. Belleğim beni yanıltmıyorsa, Amerika Birleşik Devletleri'nde yapılan bir araştırmaya göre, ilkokul çocuklarının azımsanmayacak bir bölümü, sütün, Coca Cola gibi bir endüstri ürünü olduğunu sandıklan betimliyordu. İşte çağımızın yarattığı yeni insan tipi. Çağımızın getirdiği hız ve konfor inşam doğadan soyutlamış ve doğanın gereğince algılanmasını güçleştirmiştir. Geçmişte aylara ve yıllara sığmayan uzaklıklar günümüzde saatlere sığdmlmaktadır. Faruk Nafiz Çamlıbel'in yazdığı «Han Duvarlan» gibi pastoral bir şiir, telgraf direklerini bile sayamayacağınız bir hızla giden araçlarla ya da yeryüzünü bile göremeyeceğiniz uçakla yolculuklann yapıldığı günümüzde yazılamaz artık.
Her çağ, kendi yapısına uygun insan tipini; o insan da kendi yapısına uygun Mltürünü yaratacaktır.
Endüstri, ürettiği mallara pazar ararken yığınların gereksinimlerini genelde gözardı etmese de kişiye özgü özel beğeni ve gereksinimleri dikkate alamaz. Seri üretimin gereği, tek tip mal üretmek durumundadır. Ancak el sanaflannın yaygm olduğu dönemlerde ve toplumlarda kişinin özel isteklerini karşılayabilecek üretim söz konusudur. Aynı tip, yığm üretim mallanm tüketen insanlann, benzer tüketim ilişkileri içerisinde, yaşama ilişkin benzer deneyimler ve izlenimler edinmeye başlamalan kaçınılmazdır. Yaşamı sürdürmeye dönük günlük kullanım araçlannın yaygınlaşması, toplumda ortak bir kültür anlayışım ve dünya görüşünün oluşmasını sağlamaktadır. Aynı ya da benzer yaşam biçimine sahip insanlar benzer değer yargılanna sahip olmaktadırlar. Endüstrileşmeyle başlayan yeni yaşama biçiminin yarattığı "kendine yabancılaşmış" insanın ürettiği endüstriyel nesnelere insan duyarlılığının sinmemiş olması etki tepki ilişkilerinin doğal sonucudur.
Buhar, elektrik ve giderek atom vb. güç kaynaklanmn endüstriye uygulanışı, üretimde makinanın insan gücünün yerini almasıyla göz nuru ve insan emeğine dayanan el sanatlarım ortadan kaldırmıştır. El sanatlan ürünü özgün eşyanın yerini, seri üretim dediğimiz; çok sayıda, ucuz, basit, çoğunlukla duyarsız, kalıp döküm eşyası piyasayı doldurmuştur, Örneğin; Petro-kimya ürünü yapay maddeler, giysilerimizden mutfak eşyamıza değin girmiştir. Bir doğa harikası olan çiçeklerin bile yerini almaya yeltenmiştir plâstik denen bu çağdaş illet. Soylu maddelerden üretilen mallan alacak gücü olmayan çevrelerde bugün bile saygınlığını koruyan bu plâstik eşyalarda insan duyarlığından yana bir ize rastlamak olası mı? Plâstik bir çiçek ya da tabaktan daha soğuk ve sevimsiz bir nesne düşünemiyorum. Endüstri eşyasının beğenisizliğine ve sevimsizliğine bir tepki olarak doğan "Bauhaus" okulu, fabrikasyon kullanım eşyalarına insan duyarlılığını katarak sanatsal zenginlik kazandırmayı amaçlıyordu. Böyle bir okulun bir endüstri ülkesi olan Almanya'da ortaya çıkışı anlamlıdır.
Gene endüstri devrimiyle, fabrikaların kentlerde yoğunlaşması nüfus devinimine neden olmuştur. Kentin yaşam kolaylıkları ve yeni iş olanakları kırsal kesimden kentlere göçü körüklemiş ve balonlaşan bu nüfusun gereksinimi olan sağlık, eğitim, barınak, elektrik vb. alt yapı hizmetlerine hazır olmayan kentlerde, insan yaşamına elverişli olmayan işçi «gctto»lan oluşmuştur. Bu durum, gelişmekte olan ülke kentlerinde ise insan yaşamı için gerekli olan en basit olanaklardan bile yoksun gecekondu çevrelerinin oluşmasına yol açmıştır.
Endüstrilcşmiş ülkelerde kabaran nüfusun konut gereksinimi sorununa gene endüstri çözüm getirebilecekti. Çelik ve betonun mimarîye uygulanması çok sayıda insanın bir arada barınabileceği apartman tipi konutların yapımı gerçekleşmiş, nüfus arttıkça, apartmanların yerini gökdelenler almaya başlamıştır. Ne var ki, bir yandan daha rahatça yaşama olanakları sağlanırken öte yandan insanlık ilişkilerinin zayıfladığı, "kim kime, dum duma" havasındaki bir toplum yapısında aşın bireyciliğin zayıf toplum ilişkilerine itilmiştir insan. Kalabalık toplum içerisinde anti toplumsal bir varlık olmaya başlamıştır yani. Yeni toplum yapısında gelişmekte olan bu bireycilik, geçmiş yüzyıllarda olduğu gibi demokratikleşme süreci içerisindeki insan haklanni elde etmeye yönelik özgür düşünce bireyciliği değil, kendini yalnızlığa iten; toplumsal bağların, insancıl duygulann zayıfladığı bir bireyciliği getirmiştir. Öte yandan, kırsal kesimden kente akan insanlar, büyük kent yaşamının doğa ve kapalı ekonomi yaşamına aykın çelişkilerinde buldular kendilerini. Toprağa bağlı küçük tarım işletmecisi ya da tarım işçisi olan bu insanlar seçtikleri bu yeni yaşam ortamı içerisinde ne köylü ne de kentli olabilmişlerdir. Bu yeni kentlilerin gelenek, görenek ve dünya görüşleriyle; kısacası birlikte kente taşıdıklan kültürleriyle büyük kent kültürünün kesiştiği noktada gecekondu kültürü oluşmuştur. Büfe-yer yatağı, baş örtüsü- "bluc jeans"i arabeskle sanatı buluşturan beğeni, toplumsal değişim dönemecinde bocalayan popülist aydınlarca hoş görülmeye ve giderek benimsenmeye başlanmıştır. Ucuz çoğunluk beğenisini, toplumumuzun estetik anlayışı olarak görmek isteyen ve toplumsal bir gerçek olduğu için savunmaya yeltenen aydınlanınız (!) ve işi arabesk resim yapmaya vardıran ressamlarımız türemiştir.
Endüstri toplumuna geçiş sürecindeki bu kültürel yalpalama kuşkusuz yaşanan bir gerçektir. Ancak yaşanan her gerçeğin doğru; yani sağlıklı olduğu söylenemez.
Toplumların demokratikleşme dönemlerinde aydmlann halk sanatına ve kültürüne ilgi duyduklannı kültür tarihi bize göstermektedir. Ama bir halkçılık romantizmine vardınlan yaklaşımla kültürümüzü çağdaşlaştırmak ya da toplumumuzu evrensel boyuttaki bir sanat anlayışına vardırmanın olanağı yoktur. Halkın yaşamından kaynaklanan kültür motiflerinden çıkarak, onlann eleştirel bir bilinçle işlenmesiyle evrensel boyutlara vanlabilir. Onlan ham biçimiyle "güzel" , daha doğru deyimle, evrensel boyutta göstermeye kalkışan anlayış, beğeni konusunda toplumu ancak "kollektif narsisizm" e götürür.
Teknolojik gelişmelerden yararlanan basın-yaym araçlan 20.yüzyılda önemli gelişmeler göstermiştir. Binlerce sayfayı birkaç saatte basan makinalar, radyo ve televizyon gibi araçlar iletişim alanında zaman ve uzaklık engelim ortadan kaldırmıştır. Ancak eğitim açısından çok yararlı olabilecek bu araçlar, dünyamıza egemen olan pragmatik anlayışla çıkar amaçlanna dönük olarak kullanılmakta gecikilmemiştir.
Günümüzde, basın yayın araçlan belki daha geniş yığınlara okuma olanaklan sağlamış olabilir. Ama okuma oranındaki bu nicelik artışı, nitelik açısından olumlu anlam taşıdığı anlamına gelebilir mi?
Tiraj amacıyla birçok gazetenin nitelikli olmayı bir yana iterek insanların duyarh olduklan bazı konulan nasıl gıdıkladıklanm ve duygularını nasıl kötüye kullandıklarım gözlemliyoruz. Çok satabilmek için düzeysiz bir beğeniyi körükleyen kitaplann sayısı da az değildir." Beylik (trivial) bir edebiyatın geliştiğini, arka arkaya çok sayıda basılan, «best seller» dediğimiz düzeysiz roman ve çocuk kitaplan göstennektedir. Liseyi bitiren gençler arasında, ciddî bir roman okumuşların sayısı azınlıktadır.
Gerçekleştirilemeyecek ya da gerçekleştiremediğimiz umutlanmızı, isteklerimizi, gereksinimlerimizi doyurmaya yönelik ucuz beğeni ürünü romanlar, öyküler, müzik ve resimler daha çok ilgi görür ve alıcı bulurlar. Bunlar, ulaşamadığımız duygulann bastırılmasını; bilinçaltına itilmesini sağlayarak gerçek nedenlerinin tanınmasını engeller. Bu da insan ve toplum için daha rahatsız edicidir. Özellikle insan duygularının sömürüsüne dayanan «ucuz eğlence endüstrisi» sorunlann gerçek nedenlerinin gizlenmesini sağlayacak yavaş tepki gösteren pasif bir toplum oluşturur: Düşünce tembeli bir toplum...
Ucuz beğeni ürümerinin daha çok taraftar bulmasının başlıca nedeni, üretilişinde olduğu gibi, tüketilişinde de fazlaca zihinsel çaba göstermeyi gerektirmemesidir. Bunlar on dakika içerisinde okunan gazete gibidir. Sanat yapıtlarının topluma maloluşunun yıllar alması; çabuk yaygınlaşamaması üst düzeyde zihinsel çaba gerektirdiklerindendir. Popülist bir yaklaşımla çoğunluğa hoş görünebiliriz ama basitlikten kurtulamayız. Düzeyli yazınm okuyucusu, iyi müziğin dinleyicisi, iyi resmin izleyicisi, kısacası sanata ilgi her zaman az olmuştur. Sanat yapıtları düşüncenin ve ruhun sığ kıyılarında yüzmez, derinliklerine işler.
Topluma, üst düzeyde haz duyma alışkanlıklarının kazandırılması, toplumu sanata karşı motive etmekle ve bu ilgiyi nitelikli sanat ürünleriyle sürekli olarak canlı ve taze tutmakla olasıdır. Yoksa çoğunluğun isteklerine, popülizmin kolaylığına sığınarak toplumu eğitmenin olanağı yoktur. Bu konuda örgün ve yaygın eğitim kurumlarından tutunuz da resmî ve özel kuruluşlara, yerel yönetimlere, özellikle basın ve kitle iletişim araçlarına önemli sorumluluklar düşmektedir. Hele gecekonduların bile % 78'ine girmiş bulunan en yaygın iletişim aracı olan televizyonun bu konudaki sorumluluğu tartışılamaz. Ne var ki düzeysiz reklâm filmleri, niteliksiz güldürüler ve filmlerle ucuz beğeninin örneklerine sıkça rastlanmaktadır. Milyonlara yönelik bir iletişim aracı, sanatsal içerikle zenginleştirilmiş izlencelere, spora ayrılan zamanın onda birini ayırabilse toplumun eğitimine önemli bir katkıda bulunabilir. Toplumların eğitilmesinde kitle iletişim araçlarının önemi çağrmızdaki kadar belirgin bir anlam kazanmamıştır. Sanatın ve bilimin, kralların ve kilisenin hizmetinde olduğu varsayılan çağlarla karşılaşünldığında, günümüzde olduğu denli hiç bir dönemde, toplumların (kültürel açıdan) bir odaktan yönlendirildiği görülmemiştir. Bu odak kitle iletişim araçlarıdır. Beğeni ve kültür yozlaşmasının önemli nedenlerinden biri de kitle iletişim araçlarının bilinçsizce kullanılmasıdrr. On dakika içerisinde okunan, açık saçık dedikodu ve cinayet öyküleriyle dolu bol resimli boyalı basın, sığ romanlar, kitsch posterler, kartpostallar vb. nesnelerle, inilti türünden müzikle toplum sürekli olarak zevksizlik bombardımanına tutulnıaktadrr.
Plâstik sanatlar alanında da durum pek farklı değil: Henüz amt diktirmekten öteye geçmeyen heykel anlayışımız, çevre koşullarıyla ilgisi ve uyumu olmayan beton yığınından oluşmuş sevimsizlik simgesi yapılarımız kentlerimizi gelişi güzel doldurmuş durumdadır.
Genellikle, tez elden paraya dönüştürülebilecek; çoğunluğun beğenisine yönelik resimleri sergileyen, «ne olursan ol, gene gel, yeter ki sat!» anlayışındaki galerilerimiz birer «zevksizlik akademisi» olma işlevini sürdürmekte direnmektedirler.
Dahası, Türk sanaü diye ülke ülke dolaştırılan halı kilim, işleme vb. folklor ürünü işler... Bunların hiç biri Türk toplumunun estetik dehasımn göstergesi olamaz. Kültür beşiği olan Anadolu'da, evrensel boyutlarda sanat ürünü yaratacak potansiyel her zaman vardır. Yeter ki, "insan duygularının hazla beslenmesi" anlamına gelen sanat eğitimine gereken önem verilsin.
Zafer Gençaydın
Sanat Yazıları: 1
Ankara, Hacettepe Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi Yay.No:4, s.57-65.