Gerçeklerden Kaçış: Sanat ve Güzellik
Konuya önce, “güzel” ve “güzellik” kavramlarını tanımlayarak başlayalım: Biçimindeki uyum ve ölçülerindeki denge ile hoşa gidecek hayranlık uyandıran şeye “güzel” diyoruz. “Güzellik” ise; estetik bir zevk, coşku, hoşlanma duygusu uyandıran niteliktir. “Güzel” ve “güzelliği” böyle tanımlayabiliriz de, tanımlar da geçen hemen her kelime ayrıca tanımlanmaya muhtaç; “uyum”, “denge”, “estetik” gibi...
Günlük hayatımızda “uyum”, “denge” ve “hoşa gitme” gibi kavramlar, belli bazı niteliklerde kullandığımız kavramlardır. Sözgelimi, “Ahmet çok uyumlu bir insandır” veya “her ikisi de çok uyumlu çalışıyor” ya da “koltuğun rengi ile perdenin rengi uyum sağlamış” derken, gündelik hayatımızın bildik davranışlarını sergileriz. Bu sıradanmış gibi görünen yaklaşımlarımızın altında yatan gerçek, kendisi de güzel olan insanın, “güzel” ve “güzelliğe”, yatkınlığı ve hatta mecburiyetidir.
Bu, sıradan diye anlatmaya çalıştığımız davranışımızın yanı sıra, yoğun bir zihinsel süreç sonunda ve bazı ilkeler doğrultusunda yaratılan güzellik vardır; o da sanatın güzelliğidir ki, böyle bir güzellik, Aristo’nun Mimesis kuramındaki “taklit edilen” ve “yansıtılan” güzel değil, “üretilen/yaratılan” güzelliktir. Sürekli yeniyi, farklı olanı arayan insan ruhu, doğadaki güzelliğin yanı sıra, sanattaki güzelliği daima önemsemiş ve yüzyıllar boyunca farklı güzellikleri geçmişten günümüze taşımıştır. Sanatçı, doğada var olanı değil, eksik olan güzelliği arar. Ruhunun derinliklerinden, sezgisinden, yaratıcı gücünden aldığı ilhamla sanatın engin güzelliklerine yelken açar. Çünkü, var olan ona yetmemektedir. Her gün yanından geçtiğimiz bir doğa parçasının, sokağımız ya da bir pazar yerinin karşısında güzellik adına pek tepki göstermezken, aynı yerlerin sanatçı elinde yeniden biçimlendirilmiş resmi karşısında duyduğumuz hayranlık, bu durumu çok iyi açıklamaktadır.
Sanat eserindeki güzelliği kavramak, “estetik heyecan”ı gerektirir. İsmail Tunalı, buna “estetik tavır” demektedir(1) . İster estetik tavır, isterse estetik heyecan diyelim, böyle bir vaziyet alışta bir faydaya, çıkara, gündelik hayatın bayağılıklarına itibar edilmez. Sanat eserinin seyrine dalan kişi, gerçekliğin zorunluluklarından kurtulur; estetik heyecanın zevkine dalar. Bu durum, bir anlamda kaçıştır; gerçeklerden, bilinenden, alışılmıştan değişmez olandan kaçış.
Suut Kemal Yetkin, estetik heyecanla ilgili olarak şöyle diyor: “Estetik heyecanın ilk koşulu, kuşkusuz duyumdur. Ama bu duyum, imgeleri uyandırmazsa, onları duygulandırmazsa estetik heyecan bir anlık ve geçici kalır. Bir tablodan, bir şiirden, bir senfoniden beklediğimiz; yalnızca çizgilerin, renklerin, sözcüklerin ya da seslerin soyut bir düzenlemesi değil; ama bu düzenle, sanatçının bir ruh ânını sonsuzlaştırmasıdır” (2). Böyle bir ânı yakalama peşinde koşan sanatçı, ulaştığı estetik bütünlüğü önce kendisi, daha sonra da kendisi dışındaki kişilerle paylaşır. Bu paylaşımda her iki taraf da mutludur; biri aradığını bulduğu, diğeri ise estetik bir heyecanla dış dünyanın gerçeklerinden uzaklaştığı için. Bu, bir kaçıştır; gerçeklerden, alışılmış olandan, değişmez olandan kaçış.
Sanatın ya da sanatçının gerçeklerden kaçması demek, gerçeklere, yaşanılanlara sırt çevirmek demek değildir. Böyle bir durum, sanatçı duyarlığıyla hiç bağdaşmaz. Ne var ki, bu gerçeklerin biçimselliği, sanatçının yaratıcı düşüncesi ve estetik heyecanıyla yeni bir biçimselliğe dönüşür. İşte budur gerçeklerden kaçış. Yoksa, yaşanılan dış gerçekliklerden tamamen sıyrılıp tamamen bir hayal deryasında boğulmak değil. Elbette, bir hayat adamı olarak sanatçı da yaşanılan gerçeklerden nasibini alır ve herkes gibi bu gerçeklerle yaşar. Sanatçının üreterek, seyirci ya da dinleyicinin seyrederek veya dinleyerek yaptığı şey, farklı olanı, değişeni ve heyecan uyandıranı arama beklentilerini yerine getirmedir. Sanatçı, günlük hayatın kaba-saba sayılabilecek, yeknesak hallerinden kaçmayı, dünyayı kendi ideallerindeki dünya haline getirmek istemekte; bu idealini de sanatında gerçekleştirmektedir.
Şeriati, böyle bir kaçışta iki kavramdan bahseder; “din” ve “sanat”. İranlı yazar Şeriati’, Farsça ”Hüner” adıyla yayınlanan ve Türkçe’ye “Sanat” adıyla çevrilen eserinde şu açıklamalara yer veriyor: “Din, olması gereken başka bir dünyaya aralanan kapıdır. Sanat ise penceredir. Sanat, ‘biz bu dünyaya ait varlıklarız; başka bir yere gitmemize imkân yoktur; herhalde burada bulunmaya mahkumuz’ diyerek, bakma ve görme yoluyla ideal dünyayı, ideal olmayan kötü dünyanın içersine getiren bir pencere açıyor. (...)Pencere esprisinin anlatmak istediği şudur: Bulunmamız gereken bir durumda bulunmaya mahkum oluyoruz. Pencere bize bulunmadığımız, varolmadığımız, ancak bulunmamız gereken bir yerde bulunmuşluk duygusu veriyor. Bir başka deyişle pencerenin işlevi, varolduğumuz yerden kaçma isteğidir"(3).
Daha önce de belirttiğimiz gibi, gerçeklerden bu kaçış ona sırt çevirme değil; bir soluk alış ve teneffüs ânıdır. Hani, bir çok sorunun ele alındığı, tartışıldığı, çeşitli bilgilerin kavranmaya çalışıldığı; ruhen ve bedenen bir yorulmanın yaşandığı bir ders sonrasında yapılan on dakikalık teneffüs, sınıftaki bütün olup bitenleri bir anlık da olsa unutturur ya, sanat da, gündelik yaşantıların getirdiği bütün sıkıntıları unutturur. Sözgelimi, estetik heyecanla bir tablonun büyülü atmosferine kendini kaptıran kişi, koskoca bir dünyayı arkasında bırakır; sanatın açtığı pencereden yeni bir dünyanın seyrine dalar.
Sanattaki güzellik, bazılarının zannettiği gibi eserdeki elemanların güzelliği değildir. Bir resmi, güzel olan nesnelerle doldurmuş olmak, onu eser olma seviyesine çıkarmaya yetmez. Eserin güzelliği, onu oluşturan nesnelerin güzelliğinden değil; bu nesnelerin ve sanat elemanlarının, belli bazı ilkeler (denge, ritim, hareket, çeşitlilik, zıtlık, birlik) doğrultusunda oluşturulan estetik bütünlükten kaynaklanır. Sanatta, nesnel olarak bir şeyin güzel ya da çirkin olmasından değil, eserde oluşturduğu güzellik ve çirkinlikten bahsedilebilir. Ayrıca, böyle bir güzellikte konunun da önemi yoktur. Şu ya da bu konuda yapılanlar güzeldir, diğerleri değildir denemez. Çünkü; sanatta, neyin yapıldığı değil, nasıl yapıldığıdır önemli olan.
Sonuç olarak; sanatçının ortaya koyduğu güzel, onun öz malıdır; ona dokunulamaz, karışılamaz. Fakat, güzelin yaratılmasında, sanatçının içinde yaşadığı toplumun, kültürün tartışılmaz etkileri vardır. Bireysel olarak, sanatçının yarattığı güzel, bir anlamda kendisini şekillendiren toplumun ve kültürünün yansımasıdır. Böylece eser, içinde yaşanılan toplumun malı olacak, hem sanatçıyı hem de toplumu yüceltecektir.
Enver YOLCU