Sanat Nedir?
Bir düğmeye basit bir dokunuşla, zaman ve mekânı birkaç yüzyıl kısaltabilecek güce erişen insan düşüncesi, yepyeni ve şiddetli korkuları da beraberinde getirdi. Bilim, endüstri, teknik ve politika alanında meydana gelen birbirine bağlı ve sürükleyici gelişmeler, toplumlara özgürlük getirdiği kadar, huzursuzlukları da arttırdı. Özellikle 1945 sonrası, insanların gökyüzüne tırmanışları, yeryüzündeki büyük sermaye hareketleri, insana yakışmayacak katliamlar, endüstriyel ve teknik gelişmeler, şiddetli ve yıpratıcı korkuları da beraberinde getirdi. Bütün bunlar, bugünkü insanın sanata bakış tarzını da biçimlendiren gelişmelerdir.
Günümüzde, insanların karşı karşıya kaldığı psiko-sosyal sorunlara çözüm olabilecek alanlardan biri de sanattır. İnsan duyarlığının karmaşık ürünleri olan ve daima insan özgürlüğünün hakkını arayan sanat eserleri, bazı kalıpları sürekli olarak zorlayıp aşar, onların nitelik olarak daha üstün ve yoğun yeni seviyelere ulaşmasını sağlar.
Tolstoy, "İnsanın bir zamanlar yaşamış olduğu duyguyu, kendinde canlandırdıktan sonra, aynı duyguyu başkalarının da hissedebilmesi için hareket, ses, çizgi, renk veya kelimelerle belirlenen biçimlerle ifade etme ihtiyacından sanat ortaya çıkmıştı" der. İnsan, nasıl duymaya, düşünmeye başladığı andan itibaren kelimenin gerçek anlamıyla hayata girmiş olursa, insanlık da duygularını ve düşüncelerini sesler, çizgiler ve renklerle canlı ve cansız simgeler halinde şekillendirmeye başladığı andan itibaren, gerçekten tarih sahnesine çıkmış olur. Sanat; din ve felsefe gibi, insanı günlük hayatın dar kalıplarından kurtaran bir teneffüs anı gibidir. Sanatta güzeli, bilimde doğruyu arayan insan ruhu ve zekâsı, aslında kendini aramaktadır. Din, felsefe, bilim, sanat ve hatta teknik gibi alanlar, birbirine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Her sanat eseri, var olan bir şey ile, bir nesne ile ilgilidir; belli bir varlığı anlatır, ondan bir kesit ortaya koyar. Bir resim, belli bir tabiat parçasının resmidir veya bir insan görüntüsüdür. Bir tiyatro oyunu, belli olayların simgelenmesidir. Bir şiir ya da müzik parçası, ya tabiattan ya da insan ruhundan, insan duygularından bir anlatımdır. Sanatçının gördüğü, kavradığı ve gerçeklik olarak belirlediği varlığın bilgisi, sanatın öz konusunu oluşturur.
Bugün Türkçe'de, iyi yapılan her iş için «sanat» kelimesi kullanılmaktadır. Türkçe'deki «sanat» kelimesi, kapsamı bakımından, pek çok oluş ve nesnelere ilişkin durumu içine almaktadır. Bugün, hiç şüphe duymaksızın en yaygın biçimde kullandığımız «sanat» kelimesi, etimolojik bakımından Osmanlıca'ya dayanmaktadır. Osmanlıca'nın kelime kaynakları olan Arapça ve Farsça'da, sanat kavramını ifade etmek için kullanılan durumu oldukça farklıdır.
Sanat kelimesi Arapça'da amel, iş yapma anlamlarını veren «san'a» kökünden gelmektedir ve yapılan iş, alet yardımıyla, belirli bir el becerisiyle sürdürülen marangozluk, duvarcılık gibi meslek dallarını kapsamaktadır. Görüldüğü gibi bu kelime Arapça'da, insanın akıl ve zekâsını kullanarak yaptığı işleri anlatır. Bugünkü Türkçe'de kullandığımız «sanat» kelimesi, Osmanlıca'da bir değişiklik geçirmiş, yeni kazandığı anlam ve muhtevayla birlikte benimsenmiştir.
Bir an için, karmaşık yapısını, ilgili olduğu pek çok kavramı bir yana bırakıp, sanatı " insanlar arasında anlaşmayı sağlayan bir araç " olarak kabul edebiliriz. Bugün Türkçe'de iyi yapılan her iş için "sanat" kelimesinden yararlanıp; "askerlik sanatı", "güzel konuşma sanatı" gibi kalıpları tekrarlar dururuz. O halde, yapılan bir iş veya hareketin, güzel, gelişmiş ve etkileyici bir biçimde görünmesi, onu bir sanat olarak tanımlamamıza sebep olmaktadır. Bu, şu demektir; insan yaptığı işi yüceltebildikçe, ona bir parıltı katabildikçe, sanat olgusuna biraz yaklaşabilmiş sayılır. Yani sanatın ayırıcı özelliklerinden biri, onun günlük, basit ve sıradan şeylerin üstünde olmasıdır. Sanatı bazen, şöyle de tarif ederler: "İnsan aklının eşya üzerindeki pırıltısı" . Bu, yüzlerce tariften yalnızca bir tanesidir.
Halk arasında "sanat" kelimesi; "insanların ihtiyaçlarından birisinin karşılanması konusunda öğretilen ve yapılan iş" anlamında kullanıldığı gibi, "ustalık, hüner, marifet" anlamında; "Bu işte sanat vardır; kolay değil o da bir sanattır." şeklinde de kullanılmaktadır. Maddi fayda gözeten sanatlardan ayırabilmek için "GÜZEL SANAT" kavramı içinde, sanat'ı şöyle tanımlamak mümkündür: "İnsanların, tabiat karşısındaki duygu ve düşüncelerini çizgi, renk, biçim, ses, söz ve ritm gibi unsurlarla güzel ve etkili bir biçimde ve kişisel bir üslûpla ifade etme çabasından doğan ruhsal bir faaliyettir."
__________________
Sanatın Sınıflandırılması
Biçim verilen malzeme değiştikçe, sanatın değişik adlara ayrılması mümkün olabiliyor. Ancak, sanatı sınıflandırırken sadece malzeme yönüyle sınıflandırma yapmak mümkün değildir. Malzemenin yanı sıra, ifade ediş biçimi veya daha kapsamlı bir ifadeyle yaratıcılık, bu sınıflandırmada önemli bir etkendir. Sözgelimi, bir heykeltıraş da ağaca biçim verebilir, bir marangoz da... Fakat heykeltıraşın ağaca biçim verişteki ifade tarzı ile, marangozun biçimlendirmesindeki ifade tarzı aynı değildir. Heykeltıraş biçimlendirmesini alışılmışın dışında, yeni ve özgün bir biçimde yaparken, marangoz ise alışılmış, bilinen veya tekrar edilen bir biçimlendirme yapar. Bu bakımdan sanat genel olarak önce iki gruba ayrılır: a) Pratik sanatlar / endüstriyel sanatlar (zanaat), b) Güzel sanatlar.
Güzel sanatlar deyince aklımıza, insan yaratıcılığı, insanın ilk çağlardan bu yana kendini ifade ettiği, tam yetkinleşemediği dönemlerde, çizgi, boya, kil yoluyla içini döktüğü biçimler, desenler, çeşitli oluşumlar geliyor. Yetkinleştiği dönemlerde ise, örnekler çok çeşitli. Sözgelimi, ünlü Rönesans sanatçıları, yapılar, anıtlar, köprüler, müzeleri dolduran resimler, sonra şiirler ya da Mimar Sinan'ın camileri, çeşmeleri, köprüleri .. Derken günümüzün sanat eserleri, insan aklıyla duygularının estetik beğenisiyle yaratıcı gücünün ortaya koyduğu, bilim ve teknolojinin de en üst seviyelerindeki çağımız sanatçılarının sanat ürünleri : Çağdaş resim, heykel, roman, tiyatro, sinema, çelik ve cam yapılar, incecik kullanım eşyaları, sesin, ışığın, rengin, oyun gücünün birleştiği büyük sahne olayları, türlü tasarımlar.
Acaba güzel sanatları nasıl sınıflandırabiliriz?
Geleneksel ve çağdaş olmak üzere iki biçimde sınıflamak, bize bazı kolaylıklar getirebilir.
Geleneksel sınıflama, güzel sanatları, hitap ettiği duyu organlarına göre sınıflar. Sözgelimi "görsel sanatlar" (plâstik sanatlar), göze ve görmeye dayanan sanatları, resim, heykel, mimari gibi dalları bir grupta topluyor. Fonetik sanatlar, müzik ve türleri ile edebiyatı; ritmik sanatlar ise, hem görme ve hem de hareketle ilgili olan sinema, opera gibi sanatları kapsamaktadır.
Ancak, bu sınıflandırmanın ister istemez dışında kalabilen bazı türler de olabiliyordu. Sözgelimi, karikatür veya seramik gibi. Bu sebeple, daha çağdaş bir sınıflandırmaya gerek duyulmuştur. Bu sınıflama, söz konusu edilen sanat dalının niteliği ve tekniği gözönünde bulundurulmaktadır. Buna göre, şöyle bir sınıflandırma yapılabilir :
Yüzey Sanatları : Tüm iki boyutlu sanat çalışmaları, yani bir eni ve bir boyu olan kâğıt veya tuval üzerine, bir duvar ya da kumaş üzerine uygulanan sanatlardır: Resim ve türleri ( yağlı boya, sulu boya, baskı sanatları, afiş, grafik çizimler ), duvar resmi, minyatür, karikatür, fotoğraf, batik, süsleme vb.
Hacim Sanatları : Üç boyutlu sanat çalışmalarıdır. Sözgelimi heykel, seramik, anıtlar gibi.
Mekân Sanatları : İç ya da dış mekânı içine alan ya da düzenleyen sanat dallarıdır. En başta mimarî olmak üzere (bahçe mimarîsi, peyzaj mimarîsi), çevre düzenlemesi gibi mekâna ilişkin tüm tasarım çalışmaları.
Dil Sanatları : Edebiyat ve yazı türlerini kapsayan sanatlardır: Roman, hikâye, şiir, deneme, tiyatro metni, film senaryosu vb. gibi.
Ses Sanatları : Müzik ve bütün türlerini kapsayan sanatlardır : Halk müzikleri, klâsik müzikler gibi.
Hareket Sanatları : İnsanın, bedeniyle anlatım gücü kazandırdığı sanatlardır: Bale, dans türleri, halk dansları, pandomim vb.
Dramatik Sanatlar : İnsanın, eyleme dönüşmüş ifadelerle kendini veya bir olayı, bir olguyu anlattığı sanatlardır: Tiyatro, opera, müzikal oyun, kukla gibi sahne sanatları, sinema, gölge oyunu gibi türleri buna örnek olarak gösterebiliriz.
Böylece, bütün sanat dallarını içine alan bir sınıflandırma yapmış olduğumuzu söyleyebiliriz.
__________________
Sanatın Doğuşu
Bugün için, sanatın ortaya çıkışına tam ve kesin bir cevap verebilecek durumda değiliz. İlk insandan günümüze kadar geçen zaman içinde insanoğlu, çeşitli amaçlarla maddeye biçim vermiş, maddeye hükmetmeye çalışmıştır. Bütün bu faaliyetler içerisinde, sanatın başlangıç noktasını kestirmek oldukça zordur. Sanatın başlangıcı sorununu aydınlatmak üzere, pek çok yazar, kitaplarının giriş bölümlerinde uzun sayfalar ayırmaktadırlar. Bütün bu çabalara rağmen, bu konunun pek az aydınlatılabildiğini söyleyebiliriz.
Sanatın başlangıcı olarak kabul edilen örnekleri "ilkel sanat" başlığı altında toplamak, alışkanlık halini almıştır. "İlkel sanat" terimi, ilk bakışta ve çabucak bazı şeyleri çağrıştırmakla birlikte; geniş anlamda kullanılan " ilkel" kelimesinin kapsamından dolayı, bazı anlam kaymalarına da yol açmaktadır. Bu yanlış anlamalara fırsat vermemek için, bizi ilgilendiren " ilkel sanat ", tarihî kronolojinin başlangıcında yer alan ilkel sanattır.
1. Paleolitik Çağ
Alet yapabilen insanlar ile ilgili rastlanabilen en eski izler, aşağı yukarı 40 bin yıl önceye aittir. İzlerini, örneklerini bulabildiğimiz bu ilkel el hüneri işlerin bulunduğu çağa Paleolitik çağ ya da Eski Taş veya Yontma Taş Çağı adı verilir. Paleolitik çağın insanı madeni tanımamış, bütün aletlerini taştan, ağaçtan ve kemikten yapmıştır.
İnsan elinin, ilk defa çakmaktaşını işleyip bir bıçak yapıncaya kadar geçen zamanla, bizim bildiğimiz tarihî dönemler arasında, pek büyük bir zaman mesafesinin olduğu açıktır. Taşı eline alan ilk insandan piramitleri yapanlara kadar geçen sürecin uzunluğu, zaman katmanlarının korkutucu derinliği, bir dizi karanlık çağları da içine almaktadır. Fakat, sanat için, ilk aletin yapılmasıyla ilk adım atılmıştır.
Paleolitik çağ insanı ilk buzul çağında yaşamış, taştan yontarak yaptığı baltaları, mızrak uçları, kesiciler, kazıyıcılar gibi çeşitli araçları kullanmışlardır. Bu insanların alet ve araç yapımında kemikten de çok yararlandıkları görülmektedir.
Bu çağdan kalan ilk eserler, bazı küçük heykellerdir. Bunların en eskisi Garonne (Garon) ırmağı vadisinde bulunan fildişi kadın başıdır. Mamut dişinden oyularak yapılmış bu baş, dört santimetre kadardır ve 40 bin yıl öncesine ait olduğu sanılmaktadır. Bu heykelin dışında, 1922 yılında Yukarı Garonne'da bir mağarada bulunan bir kadın heykeline rastlanmıştır. Lespugue (Lespüg) Venüsü denilen bu heykel de mamut dişinden yapılmış olup, 15 cm. boyundadır. Kadın vücudu bu heykelde, bir takım yuvarlakların, küreciklerin üstüste yığılması şeklinde tasvir edilmiştir ve 30 bin yıl öncesine aittir (Halen Paris'de "İnsan Müzesi"nde bulunmaktadır). Viyana Doğa Tarihi Müzesi'ndeki Willendorf (Vilandorf) Venüsü ise 11 cm. yüksekliğinde olup, kireç taşından yontulmuştur. Bu kadın heykelinde baş, tıpkı bir dut ya da böğürtlene benzer şekilde işlenmiştir (Resim 2).
Resim 1. Willendorf Venüsü
Resim 2. Lasque Mağarası'ndan bir duvar resmi
Mağaralardaki kadın resimleri ile göğüs, kalça ve karın kısımları şişirilmiş olarak gösterilen kadın heykelciklerinin, soyun devam ettirilmesinde , üremede en büyük rolü oynayan, bereketin sembolü olarak kadını kutsallaştırmak veya doğumun artmasını sağlamak için yapılmış oldukları düşünülmektedir. Bunlar, sihir veya büyü ile de ilgili olabilirler.
Bu seriden sonra, yalnız yontulmuş değil; geyik kemiklerine, taşlara ve mağara duvarlarına kazılmış hayvan figürcükleri gelir. Bunlar, başarı ile ifade edilmiş çok sayıda geyik, yaban öküzü, at, mamut, yaban domuzu gibi hayvanlardır. Mağaralarda bulunan resim kalıntıları, eskilik bakımından ancak yirmi, otuz bin yıl öncesine kadar gidebiliyor. Bu mağaralardan ilk önce keşfedileni, İspanya'daki Altamira Mağarası'dır. Buradaki resimler, kalem biçimine yakın şekillere getirilmiş toprak veya taş çubuklarla yapılmış oldukları anlaşılmıştır. Çünkü, bu çubukların kalıntıları bulunmuştur. Renk olarak yalnız kırmızı, sarı, siyah ve kahverengi kullanılmıştır.
Bu resimler, önce kenar çizgileri taşa oyularak, sonra da araları renklendirilerek yapılmıştır. Renklendirme; odun kömürü, manganez toprağı ve kırmızı tebeşir gibi maddelerin ezilmesi ve su ile karıştırılması ile elde edilen bir boya ile yapılıyordu. Boyalar ise ya parmakla, ya kıldan veya tüyden fırça ile, ya da çomaklarla sürülüyordu.
En son bulunan resimli mağara Fransa'daki Lasque (Laskö)'dür. Bilinen en eski mağara resimleri, bu mağarada bulunmaktadır. 30 bin veya 25 bin yıl eskiye ait olduğu tahmin edilmektedir. Altamira mağarasındaki resimlerden daha güzel, daha iyi korunmuş ve daha zengindir. Duvarlarda beş metre boyunda hayvan resimleri bulunmaktadır. Bu mağaranın duvarlarına beş metre boyunda öküz resimleri çizmek, günümüzde dahi oldukça zor bir durumdur. Çünkü bu figürleri çizerken görebilmek ve iyi çizilip çizilmediğini kontrol etmek için geriye çekilebilecek bir mesafe yoktur. Bu sebeple, oldukça ilkel bir çağdaki bu insanların, bu resimleri nasıl yapabildiği oldukça düşündürücüdür.
Resim 3. Altamira Mağarası'nda bir at resmi
İnsanlığın bu en eski sanat eserlerini anlamak ve değerlendirmek için, bugünkü estetik değerlerimizi bir tarafa bırakmamız gerekmektedir. Bütün bu eserler, ne belirli bir güzellik duygusunun ifadesi, ne de sanat için yapılmış eserlerdir. Bunların, bir amaç için ortaya konduğu anlaşılıyor. Yaygın kanaate göre bu resimler, ilkel insanların avcılıktaki başarılarını artırmak için başvurduğu büyüye yardım etmek için yapıldıkları sanılmaktadır. İlkel insanlara göre, bir varlığın hayaline sahip olmak, onu elde etmek demektir. Yani resimdeki hayvanı yaralamak veya öldürmek, gerçek hayattaki av hayvanının da ölmesine veya gücünden kaybetmesine yol aşacağına inanılıyordu. Bu inanış, halen yaşayan bazı ilkel kavimlerde de benzer şekillerde devam etmektedir. Mağaraların duvarlarında resmedilmiş hayvanların üzerinde, parmakları açık eller görülür. Ya da çoğunlukla, hayvan bir okla yaralı gösterilir. Bunlar; ele geçirme işaretleri midir? Şu halde, doğarken; sanatın sihir ve büyü karakteri olması gerekir (Resim 3).
Sonuç olarak paleolitik çağ (Eski taş) mağaralarında özellikle dikkati çeken durum, gün ışığı ile aydınlanan bölümlerde hiç bir tasvirin yapılmamış olmasıdır. Resimli kısımlar, genel olarak mağaraların girişlerinden 90 metre kadar içeride bulunmakta, bazı hallerde de, bu zeminlere ulaşmak için, dehlizlerden sürünerek ilerlemek gerekmektedir. Bütün bunlardan anlaşılan şudur ki; bu resimler, mağara duvarlarını süslesin diye yapılmış olamaz.
Birçok durumlarda mağara resimleri üst üste yapılmışlardır. Yani çizilip boyanmış bir hayvan resminin üzerine bir başkası, sonra onun da üzerine bir başkası yapılmıştı. İlkel insan bu resimlerin güzel olup olmadığına, saklanmaya değip değmediğine bakmıyordu. Eğer resmin büyüsel etkisi kalmamışsa, üstüne bir yenisi yapılabiliyordu.
2. Neolitik Çağ
Bu çağın, M.Ö. 7. bine kadar uzandığı anlaşılmaktadır. Bu çağın insanları ovalarda, su kenarlarında, verimli ve savunması kolay yerlerde yaşamaya başlamışlardır. Paleolitik çağda olduğu gibi, karada ve suda avcılık halâ önemli bir yer tutmakla beraber, bu çağın insanı hayvanı evcilleştirmiş, üretici olarak tarım yapmış, köyler kurmuşlardır. Kullandıkları taş aletler önceki çağdakilerden çok daha gelişmiştir. Mağaralarda yapılan resimlerin yerini, kerpiç evlerin duvarlarını süsleyen ve bugüne kadar canlı renklerini koruyabilen duvar resimleri almıştır.
Neolitik çağ insanları, mağaraları bırakarak kendilerine ker**** saz ve kamıştan kulübeler yapmışlar ve köyler meydana getirmişlerdir. Bu köyler bazen açıktı; bazılarının etrafı ise hendek ve çitlerle çevriliydi; bazen de göllerin ortasında kazıklar üzerinde yapılan kulübelerden meydana geliyordu.
Yapı sanatının Neolitik çağda başladığı söylenebilir. Meydana getirilen bu yapılara Megalitik yapılar, bu kültüre de Megalitik kültür adı verilir. (Megalit kelimesi, Yunanca mega = büyük, lithos= taş kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur, büyük taş anlamına gelmektedir.) Bu yapıların birer mezar yapıları veya yıldızlarla ilişkili yapılar olduğu sanılmaktadır.
Megalitler başlıca iki grupta toplanabilir:
1- Dayanak gerektirmeden ayakta duran taşlar; bunlar yalnızken "Menhir" (Resim 4), bir doğru üzerinde dizilir veya daire şeklinde sıralanırsa "Cromlech" (Kromlek) adını alırlar (Resim 5).
Resim 4. Menhir
Resim 5. Cromlech (Kromlek)
2- Paralel düzenlenmiş bir döşemeyi taşıyan taşlardan meydana getirilen odalar ki; bunlara da "Dolmen" denir (Resim 6). Dolmen'ler, birer mezar odalarıdır. Bu mezar odalarının üstü toprakla örtülürse, ortaya çıkan tepeciklere Tümülüs = Höyük adı verilir. Dolmenler, basit dolmen, örtülü koridor, kubbeli dolmen adını alan türlerde olur.
Resim 6. Dolmen
Menhirler, Fransa'da ve İngiltere'de çok sayıda bulunmaktadır. Bunlar 10-12 metre yüksekliğinde dev taşlardır. Menhirlerin çoğunun mezar taşı olduğu ispatlanmıştır. Büyüklükleri sebebiyle de, sanki canlıymışlar gibi halk masallarına konu olmuşlardır. İlgili efsanelerde menhirler; doğarlar, büyürler, dans ederler ve ağlarlar.
Bazı menhirler tarihî bir hatırayı sonsuzlaştırırlar. Menhirler, toprak sınırını belirtmek için de kullanılmış olabilirler. Menhirlerin dikilme sebeplerine en uygun açıklama ise, bunların ilkel idoller yani dinî semboller olduklarıdır.
Genel olarak yalnız duran menhirler, bazen bir çizgi üstünde dizilmiş de olabilirler. Daire şeklinde dizilmiş olanlar, belki dinî anıtlar veya kurban sunaklarıydı. Cromlech (Kromlek) denilen bu dizilerin yönleri yıldızlara göre olduğu için, güneş tapınağı da olabilirler.
Dolmenler'in içinde bazı kil eşyalar bulunmuştur. Fakat, çoğu soyulmuş olan bu mezar odalarında, neolitik çağı aydınlatabilecek çok az eşya kalmıştır. Buna karşılık dolmenlerin çoğunun üstünde, geometrik ve sembolik figürler kazılıdır.
Dolmenler çeşitli şekiller gösterirler:
Basit Dolmen :Ayakta duran iki veya birkaç taşın üstünde, yatık durumdaki büyük bir taştan oluşur. Bu ilkel dolmen, bazen bir tümülüs ile örtülüdür.
Kubbeli Dolmen : Bu tip dolmende, harçsız taşlarla örtülmüş ve kilit taşıyla kapanmış bir kubbe görülür. Yunanistan'da "Tolos" denilen bu tür inşaata, Fransa ve İrlanda'da bugün dahi çoban kulübeleri arasında rastlanmaktadır.
Örtülü Koridor : Son çağ dolmenlerinin hepsi bu türdedir. Bütün anıt, üstü örtülü bir geçitten ibarettir. Bunun bazı kısımları delikli bir taşla ayrılır ve bazılarında rölyeflere rastlanır (Rölyef, kabartma olup, heykel sanatının bir çeşididir. Bir figürün çıkıntıları, derin bir şekilde zemine bağlı olarak çıkarılmışsa "yüksek rölyef", eğer çıkıntılar hafif bir biçimde belirtilmişse "alçak rölyef" adını alır).
__________________
Sanatta Güzellik
Herbert Read, "Sanatın Anlamı" adlı eserinde şöyle söylüyor: "Genel bir sanat teorisi şu düşünce ile başlamalıdır; insan, duygularının önüne konan şeylerin biçimine, yüzeyine ve kütlesine göre davranır. Eşyanın biçim, yüzey ve kütlesinin belli ölçülere göre düzenlenmesi hoşumuza gider. Böyle bir düzenin eksikliği ise ilgisizlik ve hatta büyük bir sıkıntı ve tiksinti verir. Güzellik duygusu, hoşa giden bağlantılar duygusudur. Çirkinlik duygusu da bunun tersidir."
Güzellik kavramını belirsiz, ya da çok defa aldatıcı belirtiler gösteren ve tarih boyunca durmadan değişen bir olay olarak kabul etmek, doğru bir düşünce tarzı gibi görünmektedir. Sanat bütün bu belirtileri içine almalıdır ve bir sanat öğrencisinin ciddiliği, kendi güzellik duygusu ne olursa olsun, diğer devirlerdeki güzellik anlayışlarını sanat sahasına kabul edebilmesiyle anlaşılır. O kişi için, primitif, klâsik ve gotik aynı derecede ilgi çekicidir ve o, zaman zaman değişen güzellik duygusunun değerlerini kıymetlendirmekten çok, her devrin gerçek ve sahtesini ayırmaya çalışmalıdır.
Güzellik, estetik ilminin ele aldığı bir kavram olarak, çağlara ve düşünürlere göre değişik anlamlar kazansa da, sanat eserlerinde bulunması gereken şeydir. Ancak, sanat eserindeki güzellik, o eseri meydana getiren elemanların veya figürlerin yalnız başına güzelliği demek değildir. Yani, kendi dönemi içinde çok güzel kabul edilen "Venüs"ün tabloda yer alması, o tabloyu güzel yapmaya yetmez. Daha değişik bir ifade ile söylersek; sanatta, "neyin" yapıldığı değil, "nasıl" yapıldığı önemlidir. Sözgelimi savaş, güzel bir olay değildir. Yaşlı, yüzü buruşmuş bir kadının da güzel olduğu söylenemez. Fakat, Picasso'nun " Guernica "sı, Dürer'in " Yaşlı Kadın Portresi " ne kim çirkin diyebilir. O halde buradan çıkan sonuç şudur: Sanatta güzellik, eserin ifadesindeki güzelliktir. Sanatçı, eserine konu olarak çirkini de almış olsa, çirkini güzel bir biçimde ifade edebilmelidir.
Sanattaki biçim elemanının insandaki devamlı karşılığı, güzellik duygusudur. Değişmez olan duyarlıktır. Değişen, insanın algılarını ve zihinsel yönünü soyutlaştırarak kendi kurduğu anlayıştır ki; ifade'yi buna borçluyuz. "İfade"nin "biçim"in tam karşıtı olduğunu söylemek güçtür. İfade, doğrudan doğruya duygu tepkilerini anlatan bir kelimedir, fakat sanatçının biçimini yaratırken başvurduğu düzen, kendi başına bir ifade tarzıdır. Ölçü, denge, ritim, ahenk (armoni) gibi terimlere ayrılabilen biçim, bu saydığımız terimlerin sağladığı hoşa giden bağlantılarla sanat olmaya, güzel olmaya başlar.
__________________
Sanatı İnceleyen Bilim Dalları
Sanatı konu alan bilimlerin sayıca çok olması, sanat olayının, içinde barındırdığı sayısız kavram ve inceliklerin zenginliğine bağlanabilir. Her bir alan, bunlardan bir veya birkaçını esas alarak çalışmalarını sürdürür. Bu alanlar arasında ilk akla geleni, sanat felsefesi veya estetik olarak bilinenidir. Sanat tarihi ve arkeoloji, sanatı tarihsel boyutta incelerler. Sanat psikolojisi; izleyici veya sanatçı olarak bireyi, sanat sosyolojisi ise; toplumsal yapı ile sanat arasındaki ilişkileri araştırır.
A. Sanat Felsefesi / Estetik
Estetik sözü, konunun karmaşık ve zengin olmasından ötürü, akla pek çok şeyi getiriyor. Bu kelime köken olarak eski Yunana kadar iner. "Aisthetices" ; duyum, duyulan, algı, duyu ile algılamak gibi anlamları vermekteydi. Estetik, bu anlamda duyulur algının, duyusallığın sağladığı bilgi ile ilgili bir bilim olarak düşünülüyor.
Estetik kelimesi ilk kez belirli bir bilim dalını adlandırmak üzere Alman felsefecisi A.G. Baumgarten (1714-1762) tarafından kullanılmıştır. Baumgarten, 1750-1758 yılları arasında yayınladığı “Aesthetica” adlı kitabıyla bu bilim dalını temellendirir, konularını ve sınırlarını belirtir. Böylece, felsefeden kesinlikle ayrılan yeni bir disiplin doğmuştur. Bu sebeple, estetiğin bir adı da sanat felsefesidir.
Estetik, salt bir güzellik bilimi olarak temellendirilemez. Ancak, güzellik ile insan arasında belli bir ilgi vardır. İnsan güzelden hoşlanır, ondan haz duyar. Güzelliğin amacı insana haz vermektir. Buna göre, araştırılacak şey, güzellik olmayıp, haz fenomenidir. Olaya böyle psikolojist bir açıdan bakan Fechner (1801-1887), hazdan acıya kadar olan duygu ilgilerini incelemesi gereken böyle bir bilime hedonik (Grekçe’de ‘haz’ demektir) adını vermiştir.
Fakat bütün bu yeni öneriler, belirli bir beğeni ve kabul görmemişler, bunların hiçbiri benimsenmemiş ve özellikle de Kant’ın ve Schiller’in estetik sözcüğüne ağırlıklarını koymalarıyla estetik adı, bugün estetik dediğimiz bilimin adı olarak yerleşmiş ve artık bu konudaki tartışmalar da sona ermiştir. Estetik: “sanatın doğası, amacı, sanatçının kim olduğu, yaratıcı süreç ve sanatın değerine yönelik araştırmaları kapsayan bir bilim dalı"dır.
İlk defa "güzel nedir?" sorusunu Eflâtun (427-348) sorar. Eflâtun'un, çevresindeki sanat eserlerine karşı kayıtsız kalması beklenemezdi. Çünkü onun yaşadığı yıllarda, başlıca Yunan tapınakları ayaktaydı, ünlü heykeltıraşların eserleri şehirleri süslüyordu. Ünlü tragedyalar ise sürekli olarak anfitiyatrolarda oynanıyordu. Eflâtun, değişik eserlerinde güzelliğin, iyilik, fayda ve uyum gibi kavramlarla olan ilişkisini tartışmıştır. Onun öğrencisi olan Aristo (384-322), güzelliğin kurallarını maddî yapıda, yani bu dünyada arar. Bu düşünüre göre, güzellik, sanat nesnesi üzerinde incelenirse bazı belirtilere sahip olduğu görülür. Bunlar; güzel, simetri ve sınırlılıktır. Bu yaklaşım, oldukça matematikseldir. Güzel olan şey, parça ve bütün ilişkilerinin özelliğine bağlı olarak güzeldir.
Platinos (205-270) adlı bir Romalı felsefeci, güzelliği psikolojik ve metafizik yönleriyle ele alır. Her varlık, bir madde ve biçimden oluşur. O, "eşyayı güzelleştiren şey nedir?" sorusunu başka şekilde cevaplar; "uyum aynı kaldığı halde, aynı yüzün kimi zaman güzel, kimi zaman pek güzel görünmeyişi, güzel'in uyum'dan farklı bir şey olduğunu gösterir." Ona göre "güzel", uyum değil; fakat uyumda parıldayan şeydir. Madde ruhun suretidir, biçimidir.
Ortaçağ Avrupa'sında sanat üzerine düşünme işi pek önemsenmez; asıl anlatılan şey sanatın ele aldığı konudur. Sonradan Hıristiyanlığı kabul etmiş olan Aurelius Augustinus (354-430) adlı düşünür, yer yer antik felsefenin izlerini taşırken, bir Hıristiyan estetiğinin havasını da taşır. Augustinus'a göre eksiksiz uyum; birliktir. Bütün sanatlarda hoşa giden şey, orantıdır. Orantı ve uyum ise birliği arar. Görülen şeyler, birliğe yöneldikleri için güzeldirler ve güzelliğin ölçüsü de bu birliğin ne derece gerçekleştirildiğine bağlıdır.
Uzun düşünce ve felsefe tarihi içinde estetiğe değinen daha pek çok düşünür vardır(Eflatun,427-348; Aristo, 384-322; Augutinos, 354-430 vd.). Bunlardan biri Friedrich Hegel (1770-1831) fazlasıyla dikkat çekicidir. Ona göre sanat, tabiatın taklidi değil, fakat bir idealdir. Bir ruh tarihinin sanata dönüştüğünü kabul eden düşünür, yalnız güzellik felsefesi kurmakla kalmamış, güzellik idealini tarihsel gelişimi içinde gözden geçirmiştir.
Buraya kadar sayılan isimlerin dışında, T. Lipps, N. Hartmann, B. Croce, G. Lucas, Çernişevski ve Plehanov gibi düşünürler, estetik bilimine katkıda bulunan önemli kişiler olmuştur. Bunlardan Lipps, psikolojik estetiğin kurucusudur. Lipps, estetiği şu şekilde temellendirmektedir: “Estetik güzelliğin bilimidir; bu, çirkinin bilimini de kapsar. Bir obje, bende özel bir duygu, güzellik duygusu diyebileceğimiz bir duygu uyandırdığı ya da uyandırmaya etkili olduğu için ‘güzel’dir. Estetik, bu etkinin özünü tesbit etmek, çözümlemek, nitelendirmek ve sınırlamak ister. Bu görev bir psikolojik ödevidir. Buna göre, estetik de bir psikoloji disiplinidir”.
1. Sanatçı Kimdir?
Estetiğin ele aldığı sorunların en başında herhalde sanatçı vardır. Çünkü, insan olan sanatçı olmasaydı, sanat doğmazdı. Sanatçıda, diğer insanlarda görülmeyen kurma gücü, duyarlık ve duygu üstünlüğü, çağrışım zenginliği gibi özelliklerin bulunduğundan bahsedile gelinir. Fakat bunlardan daha ayırıcı özellik, sanatçının algısındadır.
Sanatçıda, diğer insanlarda görülmeyen kurma gücü, duyarlık ve duygu üstünlüğü, çağrışım zenginliği v.b. gibi özelliklerin bulunduğu söylenmektedir. Fakat, asıl ayırıcı özellik, sanatçının algısındadır. Sanat, gerçekliğin taklidine o kadar karşıdır ki, modern estetik, temel ilkelerinden birini, sanat eserini gerçeklikten soyutlamada buluyor. İşte bu başkalıklar, sanatçının yaratıcı kişiliğinden gelmektedir.
2. Sanat Eseri Nedir?
Bir sanat eserinde ne var ki, bizi böylesine etkiliyor, bizi bizden alıp götürüyor? Bir tabloya, bir heykele, bir romana, bir şiire sanat niteliğini kazandıran şey nedir? İnsan kendisini bir sanat eseri, sözgelimi bir tablo karşısında bulunca, Delacroix’nın dediği gibi; “renklerin, ışıkların, gölgelerin bir düzene girmesinden doğan ve tablonun musikisi denen bir izlenim” alır. Tablonun daha ne dediğini anlamadan, bu sihirli uyum insanı kavrar.
Sanat eserini, çeşitli öğelerin kaynaşmasıyla biçimlenen, içi ile dışı bir olan, duygu+düşünce+renk+çizgi ve ses bileşimi olarak görmek, yanlış olmaz. Sanat eserinde değişen şey, içerik değil biçim ya da biçimsel bakıştır.
3. Estetik Heyecan
Sanatçıdan kopan ve topluma karışan sanat eseri; yani şiir, roman, tiyatro, heykel, resim, kendisini okuyanı, dinleyeni ya da seyredeni bekler. Sanat eserinin bunlardan biri ile karşılaşması, estetik durumu meydana getirir.
Bir sanat eserini ya da bir günbatımını seyre dalan kişi, gerçekliğin zorunluluklarından kurtulmuştur. Seyre dalışın konusu dışında bütün şeyler kaybolup gitmiş, bir tarafa bırakılmıştır. Günlük yaşantının çeşitlilikleri içinde farklı durumlarla karşılaşan insanların pek azında rastlanılan bu duruma, sanatçıda ve sanatseverde daha çok rastlanır.
Estetik heyecanın ilk şartı, şüphesiz duyumdur. Fakat, bu duyum imgeleri uyandırmazsa, onları duygulandırmazsa, estetik heyecan bir anlık ve geçici kalır. Bir tablodan, bir şiirden, bir senfoniden beklediğimiz şey, yalnızca çizgilerin, renklerin, sözcüklerin ya da seslerin soyut düzenlemesi değil, bu düzenle sanatçının bir ruh anını sonsuzlaştırmasıdır. Bu bakımdan, eksiksiz estetik heyecan, duyusal hazzın, biçimsel ve duygusal hazlarla birleşimidir. Duyum, sanatın başlangıç noktasıdır. Fakat, duyuların ham maddeleri olan duyumlar, imgeleri uyarmadıkça, aklın değerlendirmesinden geçirmedikçe, tam estetik heyecan uyanmaz.
B. Sanat Tarihi ve Arkeoloji
Bu iki bilimin birbirleriyle olan ilişkisi veya farklılıkları çoğu defa yanlış anlamalara yol açabilecek şekilde karıştırılmaktadır. Arkeoloji va sanat tarihinin ayrı ayrı bilim dalları olduğunu ileri sürenler bu ayrılığı şu noktalarda toplarlar:
1. Her iki bilim, sanatın farklı devrelerini inceler. Arkeoloji, öncelikle eski Yunan ve Roma sanatını ele alır. Yunan-öncesi, prohistorya adı verilen arkeolojinin özel bir alanına girerken, Roma devrinden sonraki sanatlar yani Bizans ve İslâm sanatlarını sanat tarihi inceler.
2. Arkeoloji, insan elinden çıkan her türlü (estetik değer taşıyan veya taşımayan) malzemeyi inceler. Sanat tarihi ise bunların "güzel" olanlarını inceler.
3. Arkeoloji, kendi eserlerini bulmak için kazıya başvurur. Arkeolojik araştırmalarda kazı esastır veya önemli bir yer tutar.
Görüldüğü üzere, sanatın çeşitli tarihî dönemleri için ayrı ayrı bilim dalları doğmuş gibi bir durum söz konusudur. Yunan ve Roma uygarlıklarının maddî kalıntılarını ortaya çıkarıp inceleyen arkeoloji, klâsik arkeoloji adıyla tanımlanmakta, klâsik arkeolojinin başlangıcı yazının icadına kadar indirilmektedir. Gerçekte, "eskinin bilimi" (arhaios + logos) anlamına gelen arkeolojinin , ilgi alanına bir zaman sınırı koymaması gerekirdi. Öteden beri bilim dünyasında, enstitü ve üniversitelerdeki kürsülerde yerleşmiş olan bu yanlışlık, arkeoloji biliminin kuruluş yıllarındaki araştırmaların, özellikle Yunan-Roma eserlerine yönelik olmasından kaynaklanmaktadır. Daha sonraları Güney Amerika'dan Asya'ya, Afrika'dan Anadolu'ya kadar yoğun bir arkeolojik kazı faaliyetlerinin olduğunu görüyoruz. Bu kazılarda Ortaçağ kentleri kazıldığı gibi, tarih öncesi yerleşim merkezleri de kazılmıştır.
"Sanat tarihi nedir?" sorusunun en kestirme cevabı, "sanatın tarihidir" şeklinde verilebilir. Ancak bu tanımlama çok kısa ve kapalıdır. Bu bilim dalının zenginliğini ve çok boyutlu muhtevasını yansıtabilmek üzere, şu tarif yapılabilir: Sanat tarihi, tarih şartlarından doğan maddî kültür eşyasını inceleyen bir bilimdir.
Bugün bağımsız bir bilim dalı olan sanat tarihi, yeryüzünün gelmiş geçmiş bütün sanatlarını kapsayan birçok konuyu ilgi alanı içine alır. Dünyanın herhangi bir köşesinde ya da herhangi bir çağın belirli yıllarındaki sanat hareketi, özetle insanın sanat deneyleri olarak yaşadığı her şey, sanat tarihinin ilgi alanına girer. Bundan da anlaşılıyor ki, genel bir sanat tarihi yanında, yalnızca belirli bir sanata yönelik sorunları konu edinen özel sanat tarihleri vardır: Çin sanatı, Türk sanatı, Mısır sanatı v.b. gibi. Belirli karakteristiklerle birbirinden ayrılan bu sanatlar arasındaki ilişkiler kadar, aynı sanatın içinde yer alan üslûp ve ekollerin birbiriyle olan ilişkileri de sanat tarihinin inceleme alanına girmektedir.
C. Sanat Psikolojisi
Sanatın tanımlarından olarak; "insanın kendini anlatma yollarından biri" şeklinde bir tanım yapmak mümkündür. Ancak, bu tanımlama içinde yer alan "kendi" ne demektir. Bunu tam olarak açıklayamıyoruz. Yani, sanat eseri, insanın istekleri, hayalleri, duygularını mı dile getirir? Eğer böyle ise, sanatın tarihsel gelişimi nasıl açıklanabilir? Psikolojinin diliyle sorarsak, "insanın, sanat eseri yaratmasını yöneten şey nedir?" diye sorarak işe başlamamız gerekir.
Sanatı psikolojik olarak ele almak eski bir eğilimdir, fakat bu eğilimi deneysel metotlara oturtan yaklaşımlar son yıllarda görülür. İlk defa, sanat eşyasının biçimini ve özünü tartışan yazar T.Lipps (1851-1914)'dir. Kısa tarihi boyunca sanat psikolojisi, zamanla iki konu üzerinde yoğunlaşmıştır: 1)Sanatçının psikolojisi ve 2) Algılayanın psikolojisi.
Psikoanalitik çalışmaları başlatan S.Freud (1856-1939), ünlü sanatçıları, onların eserleri üzerinde tartışmalar yaparak inceler. Psikoanalist görüş, izlenim, rüyalar, bilinç, fantazya, imajinasyon, dikkat problemleri üzerinde yoğunlaşır. Duygu ve düşünce, saplantı gibi sorunlarla birlikte sanata eğilen bu akım, sanattaki üslûp sorunundan çok, bilinç altını açıklayan temalarla ilgilenir.
Psikoanalist ekole göre, sanat eserinin; istekleri, hayalleri, bastırılmak istenen duyguları, bir başka plânda dile getirdiği düşünülmektedir. Psikolojik verilerin, sanatçı hakkında bilgi verdikleri, sanat eserinin bildirisini açıklamaya yardım ettikleri bir gerçektir. Ancak, sanat eserinin değeri ve tarihselliği bu yoldan açıklanabilir mi? Bu sorun, tartışmaya değer bir konu olarak görülmektedir.
Psikolojik yaklaşımın ikinci sorunu "algı" olayıdır. Bu olayı başlı başına ele alan psikoloji alanı "Gestalt" okulu olarak bilinmektedir. Algılama işlemi, çevredeki eşya ve olayların bünyeleşmiş bütünler halinde kavranmasını sağlayan psikolojik bir olgudur. Bununla, bir şeyi, bir nesneyi (rengini, hacmini, boyutlarını) duymaktan dolayı zihnimizde bir iz meydana gelir. Sanatçının tabiatı anlamaktaki yeteneği, bilincindeki bazı tasarımların yerleşmesiyle gerçekleşir. Özellikle plâstik sanatlarda görme, gözle bir şeylerin varlığını duyma, işin en önemli yanıdır. İnsan, estetik faaliyeti geliştikçe eşyalar, varlıklar ve simgeler dünyasında yaşamaya başlar. Beş duyumdan biri olan gözün kapsadığı duyumlar aydınlık, karanlık, renkler, hacimler, biçimler, uzaklıklar gibi en temel kavramlarını, zihnin estetik perspektifi içine alır. Bu kavramlardan oluşan bir konuyu, sanatçı kafasında oluşturamamışsa, yani sanatçı bir konuyu tam anlamıyla incelememişse, konuyu kâğıt üzerine ne kadar güzel çizerse çizsin, çizim göze ne kadar hoş görünürse görünsün, model sağlam algılanmadığından ortaya sağlıklı bir desen çıkmaz.
Yaratıcılık, daha başlangıçta, sanat konusu olmazdan önce, insanoğlunun psişik yapısıyla gerçekleşen bir işlemdir. Yalnız figürlü sanat konuları değil, en soyut yaratmalar bile, daha önce görüntüsü ve biçimleri mevcut olan malzemeye dayanmaktadır. Seyircinin de algılama işlemi, çevredeki eşya ve olayların, bünyeleşmiş bütünler halinde kavranmasını sağlayan psikolojik bir olaydır. İnsan gözü çevresindeki olay ve eşyaları algılarken, her zaman fotoğraf makinesi gibi çalışmaz. Özellikle büyük sanat eserleri; yalın bir uyarıcı olmaktan çok, karmaşık ve kavranması zor, değişik sembollerle zenginleştirilmiş ürünlerdir. Eserde beliren kültür faktörünün ağırlığı, izleyici tarafından çözümlenirken; tabiattaki modele nelerin eklendiği, nelerin abartıldığı veya vurgulandığı dikkatle ele alınmalıdır. Çünkü, eser, seyirci tarafından biçimi aracılığı ile algılanır. Bu durumda, sanatçıyla seyirci arasındaki titreşimin açıklanabilmesi, bir bakıma, algılanmakta olan konu ile ona katılan kültürel unsurların belirleyiciliği arasındaki salınımda ve ilişkide düğümlenmektedir.
Hangi çağda olursa olsun, sanatçı da, seyirci de bir görme ve idrak etme eylemine girer. Bu bakımdan algı kavramı ve ona eklenen unsurlar, sanat psikolojisinin önemli sorunları arasındadır.
D. Sanat Sosyolojisi
Sanat sosyolojisi adı verilen dal, sanatçının yaşadığı toplumla sanat kurumu arasındaki bağlantıları inceler. Çünkü, her insan gibi sanatçı da, diğer insanlarla ilişki halindedir, ortak bir yaşantı içindedir. Onun içinden çıktığı toplum, onun hedef aldığı kitleler ve sanat eseri arasındaki sayısız ilişkileri, sosyolojinin bir dalı olan sanat sosyolojisi inceler.
Sanat ve yaratma olayını, birkaç faktörün etkisi ve sonucu olarak düşünebiliriz. Bunlardan birkaçı : sanatçı kişiliği, kullanılan malzeme, teknik ve sanatçının içinde yaşadığı toplumsal ortamdır. İnsanın yarattıkları incelenirken, onun evrensel bir yaratık olması yanında, millî ve toplumsal bir varlık olduğu da göz önüne alındığından, bireyin anlaşılabilmesi için, onun bağlı olduğu toplumsal yapı'nın da anlaşılması gerekmiştir.
Sanat, doğrudan doğruya insanlara seslendiğine göre, sorunun çözümünü bir bakıma insan toplumunda aramak gerçekten yerinde olur. En basit tanımlamaya göre ; sosyoloji, toplumları ve toplum içindeki olayları inceler. Sanat ise, bütün toplumlarda yaygın bir olgudur. Sosyoloji, toplumlarda böylesine yaygın bir olaya ilgisiz kalamazdı. İşte bu düşünceler ışığında, sanatın insan toplumuyla olan ilgisini yorumlayabilme kaygısı, bazı sosyologları ve sanat tarihçilerini yeni bir bilim kurmaya yöneltmiş, böylece sanat sosyolojisi doğmuştur.
Halkın, ya da toplumun büyük çoğunluğunun, sanatı belirlemede payı olduğu düşüncesi, geç devirlerde kabul edilmiştir. Antik çağda, halkı, sanattaki değişme ve gelişmelerin temel etkeni olarak kabul etme eğilimi görülmez.
Sanat sosyolojisi, yüzyılımızın başında sanat tarihinin bir branşı olarak değil; sosyolojinin bir branşı olarak ortaya çıkar. C.Lalo'nun "sosyolojik estetik" dediği şey, sosyal sınıfların sanata olan ilgisini kritik eden bir görüştür. Yazar, kendinden önce benzer düşünceleri ortaya atan Guyau'nun izleyicisi gibidir.
Sanat faaliyeti, kalıcı ve evrensel değerleri bile amaçlasa, her zaman belirli bir topluma sunulur, arz edilir. Bir artistik faaliyete toplumun verdiği değer; eserin kabulü, onun anlaşılması, korunması ve elden ele geçişi bir toplum içinde olmaktadır. Ancak, bütün bunların dışında sanatçının özel bir işlevi de vardır. İşte bu noktadan sonra sosyoloji, teorilerini sanata açıklamakta yetersiz kaldığını görüyoruz. Çünkü, sanatla toplum yapısından başka bağlantılar da vardır.
KAYNAKLAR
EDMAN, İrwin, Sanat ve İnsan, Estetiğe Giriş, 2. Baskı, Çev: Turhan Oğuzkan, İnkılâp ve Aka Kitabevi, İstanbul, 1977.
ERİNÇ, M. Sıtkı, Sanatın Boyutları, I. Basım, Çınar Yayınları, İstanbul, 1998.
GEIGER, Moritz, Estetik Anlayış, Çev: Tomris Mengüşoğlu, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985.
MÜLAYİM, Selçuk, Sanat Tarihi Metodu, Anadolu Sanat Yayınları, No:1, İstanbul, 1983.
MÜLAYİM, Selçuk, Sanata Giriş, 2. Baskı, Bilim ve Teknik Yayınevi, İstanbul, 1994.
TUNALI, İsmail, Estetik, 3. Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1989.
TURGUT, İhsan, Sanat Felsefesi, Akademi Kitabevi, İzmir, 1993.
YETKİN, Suut Kemal, Estetik ve Ana Sorunları, İnkılâp ve Aka Kitabevi, İstanbul, 1979.
__________________