Geleneksel El Sanatlari
El Sanatlari insanoglu var oldugundan beri tabiat sartlarina bagli olarak ortaya çikmistir.Insanlarin ihtiyaçlarini karsilamak, örtünmek ve korunmak amaci ile ilk örneklerini vermistir.Daha sonra geliserek çevre sartlarina göre degisimler gösteren el sanatlari, ortaya çiktigi toplumun duygularini, sanatsal begenilerini ve kültürel özelliklerini yansitir hale gelerek "geleneksel" vasfi kazanmistir.
Geleneksel Türk El Sanatlari, Anadolu'nun binlerce yillik tarihinden gelen çesitli uygarliklarin kültür mirasiyla, kendi öz degerlerini birlestirerek zengin bir mozaik olusturmustur.Geleneksel Türk El Sanatlarini; halicilik, kilimcilik, cicim zili, sumak, kumas dokumaciligi, yazmacilik, çinicilik, seramik-çömlek yapimciligi, islemecilik, oya yapimciligi , deri isçiligi, müzik aletleri yapimciligi, tas isçiligi, bakircilik, sepetçilik, semercilik, maden isçiligi, keçe yapimciligi, örmecilik, ahsap ve agaç isçiligi, arabacilik vb. siralanabilir.
Geleneksel el sanatlarimizdan dokumalarin hammaddeleri yün, tiftik, pamuk, kil ve ipekten saglanmaktadir.Dokuma; egirme veya baska yollarla iplik haline getirilerek veya elyafi birbirine degisik metotlarla tutturarak bir bütün meydana getirme yoluyla elde edilen her cins kumas, örgü, dösemelik, hali, kilim, zili, cicim, keçe, kolonlar vb.'dir.Dokumacilik Anadolu'da çok eskiden beri yapilagelen, çogu yörede geçim kaynagi olmus ve olmaya devam eden bir el sanatidir.
El sanatlarimizin zarif örneklerinden olan oyalar; süslemek, süslenmek amacindan baska tasidiklari anlamlarla bir iletisim araci olarak da kullanilmaktadir.Günümüzde Anadolu'da tig, igne, mekik, firkete / filkete gibi araçlarla yapilan oyalarin ya bordür ya da bir motif olarak tasarlanmis olanlari, kullanilan araç dogrultusunda ve tekniklerine göre degisik adlar almaktadir.Bunlar; igne, tig, mekik, firkete / filkete, koza, yün, mum, boncuk ve kumas artigi olarak siralanabilir.Kastamonu, Konya, Elazig, Bursa, Bitlis, Gaziantep, Izmir, Ankara, Bolu, Kahramanmaras, Aydin, Içel, Tokat, Kütahya gibi sehirlerimizde daha yogun olarak yapilmakta, ancak eski önemini kaybederek çeyiz sandiklarinda varligini korumaya çalismaktadir.
Geleneksel kiyafetlerle birlikte kullanilan oyalarimizin yani sira takilarda dikkat çekici aksesuarlardandir. Anadolu'da yasamis tüm uygarliklar degerli ve yari degerli taslarla metalle birlikte veya ayri isleyerek sanatsal nitelikli eserler üretmislerdir.Selçuklularla birlikte gelen degisik üsluplarin en önemlisi Türkmen takilaridir.Osmanli Imparatorlugu döneminde ise imparatorlugun gelisimine paralel olarak mücevhercilik önem kazanmistir.
Anadolu'da Tunç Çaginda bakir, kalay katilarak tuncun elde edilmesinden sonraki dönemlerde bakir, altin, gümüs gibi madenler de dövme ve dökme teknigiyle islenmislerdir.En çok kullanilan maden bakirdir.Maden isçiliginde dövme, telkari, kazima (kalemkar), çekiç isi kakma, küftgani, savatlama, ajur kesme gibi teknikler kullanilmaktadir.
Bakirin yani sira pirinç, altin, gümüs gibi metallerle yapilan el sanatlari günümüzde üstün isçilik ve çesitli tasarimlarla yasatilmaya çalisilmaktadir. Günümüzde en çok kullanilan maden isleme olan bakir kalaylanarak mutfak esyasi yapimiyla genis bir sekilde sürdürülmektedir.
Barinma gereginden dogan mimari, bölgelerin cografi kosullarina göre biçimlenmis, çesitlenmistir. Buna bagli olarak gelisen Ahsap isçiligi Anadolu'da Selçuklu döneminde gelisip, kendine özgü bir nitelige ulasmistir.Selçuklu ve Beylikler dönemi agaç eserler daha çok mihrap, cami kapisi, dolap kapaklari gibi mimari elemanlar olup üstün isçilik içermislerdir.Osmanli döneminde sadeleserek daha çok sehpa, kavukluk, yazi takimi, çekmece, sandik, kasik, taht, kayik, rahle, Kuran muhafazasi gibi gündelik kullanim esyalari ve pencere, dolap kapagi, kiris, konsol, tavan, mihrap, minber, sanduka gibi mimari eserlerde uygulanmistir. Agaç isçiliginde kullanilan malzeme daha çok ceviz, elma, armut, sedir, abanoz ve gül agacidir.Kakma, boyama, kündekâriz, kabartma-oyma, kafes, kaplama, yakma gibi tekniklerle islenen ahsap esyalar günümüzde de kullanilmaktadir.Bu teknikler Zonguldak, Bitlis, Gaziantep, Bursa, Istanbul-Beykoz, Ordu gibi illerde halen devam eden hammaddesine göre deger kazanan baston ve asalarin kullanimi yüzyillar boyunca sürmüs, 19. yüzyilda yayginlasmistir.
Baston ve asalarin sap kisimlari; gümüs, altin, kemik, sedef gibi malzemelerden, gövde kisimlari ise gül, kiraz, abanoz, kizilcik, bambu, kamis vb. agaçlardan yapilmaktadir.Müzik aletleri yapimi eskiden beri devam etmektedir.Bu aletler agaçlar, bitkiler ve hayvanlarin; deri, bagirsak, kil, kemik ve boynuzlarindan yararlanilarak yapilmaktadir.Telli, yayli, nefesli, vurmali çalgilar olarak gruplandirilmaktadir.
Mimariye bagli olarak gelisen diger bir sanat kolu da çini sanatidir. Anadolu'ya Selçuklularla girmistir. Figürlü sanat eserlerini kullanmaktan çekinmeyen Selçuklu sanatkarlar özellikle hayvan tasvirlerinde çok basarili olmuslardir.14. yüzyilda Iznik, 15. yüzyilda Kütahya, 17. yüzyilda Çanakkale'de baslayan seramik sanati bu yörelerde kendilerine has renk, desen, form özellikleri ile Osmanli Dönemi seramik ve çini sanatina yeni yorumlar getirmistir. 14. - 19. yüzyillar arasi Türk çini ve seramik sanati fevkalade yaratici isçiligi ile dünya çapinda üne kavusmustur.
Anadolu uygarliklarindan elde edilen cam isçiliginin en seçkin örnekleri günümüzde "cam"in tarihi gelisimi konusuna isik tutmaktadir.Çesitli model ve formlarda vitray, Selçuklular döneminde gelistirilmistir.Osmanli Imparatorlugu döneminde Istanbul'un fethiyle camciligin merkezi bu kent olmustur.Çesm-i bülbül, Beykoz isi bu dönemden günümüze ulasabilen tekniklerden bazilaridir. Anadolu'da camin ilk kez gözboncugu olarak üretimi Izmir-Görece köyündeki ustalar tarafindan gerçeklestirilmistir. Anadolu'nun her tarafinda temelinde nazar inanci olan cam boncuklari görmek mümkündür.Nazarlik yoluyla canli veya nesneye yönelen bakislarin dikkatinin baska bir nesneye yönelecegine inanilir.Bu nedenle nazar boncugundan yapilan nazarliklar canlinin veya nesnenin görünen bir yerine takilir.
Geleneksel mimaride dis cephe ve iç mekan süslemesinde tas isçiliginde önemli bir yer tutmaktadir.Tas isçiliginin mimari disinda en çok kullanim alani mezar taslaridir. Oyma, kabartma, kazima (profito) gibi teknikler uygulanmaktadir.Kullanilan süsleme ögeleri, bitkisel, geometrik motifler ile yazi ve figürlerdir. Hayvansal figür azdir. Insan figürlerine ise Selçuklu Dönemi eserlerinde rastlanmaktadir.
Günümüzde fonksiyonunu henüz kaybetmeyen sepetçilik atalardan ögrenildigi gibi halen; saz, sögüt ve findik dallarindan örülerek yapilmaktadir. Esya, yiyecek vb. tasima amacindan baska ev içi dekorasyonunda da kullanilmaya baslanmistir.Hayvancilikla ugrasan kirsal kesimlerde yaygin olarak kullanilan keçe, çul ve agaçtan yapilan semer kullanildigi dönem boyunca geleneksel sanatlarin bir kolunu olusturmustur. Günümüzde basta endüstrilesme olmak üzere degisen yasam sartlari ve deger yargilarina bagli olarak üretimleri hemen hemen kaybolmaktadir.
Genel olarak geleneksel el sanatlari tipleri sunlardir :
Folklorik Yapma Bebekler
Hammaddesi Metal Olan Geleneksel Sanatlar
Hammaddesi Toprak Olan Geleneksel Sanatlar
Hammaddesi Tahta-Agaç Olan Geleneksel Sanatlar
Hammaddesi Tas Olan Geleneksel Sanatlar
Hammaddesi Cam Olan Geleneksel Sanatlar
Hammaddesi Hayvansal Olan Geleneksel Sanatlar
Hammaddesi Bitkisel Lif Olan Geleneksel Sanatlar
Islemeler
Örgüler
Dokumalar
Sikistirma Isleri (Keçe)
Zanaatkarlar
Geleneksel Sanatlarda Renk, Desen, Boyamacilik
Ebru . Ebru, kâgit üzerine, özel yöntemlerle yapilan geleneksel bir süsleme sanatidir. Ebru sözcügüne köken olarak, bulut anlamina gelen Farsça “ebr” sözcügü gösterilmektedir. Bu sözcükten türetilen ve “bulut gibi” ya da “bulutumsu” anlamina gelen “ebri” sözcügü Türkçe'de degiserek “ebru” biçimini almistir. Gerçekten de ebru bulut izlenimi uyandiran bir görünümdedir. Ebru sözcügü bir baska görüse göre “yüz suyu” anlamina gelen Farsça “âb-rûy” tamlamasindan gelmektedir.
Ebru sanatinin ne zaman ve hangi ülkede ortaya çiktigi bilinmemekle birlikte bu sanatin dogu ülkelerine özgü bir süsleme sanati oldugu kesindir. Bazi Iran kaynaklarinda ilk kez Hindistan'da ortaya çiktigi yazilidir. Hindistan'dan Iran'a, oradan da Osmanlilar'a geçmistir. Gene bazi kaynaklara göre de ebru Türkistan'daki Buhara kentinde dogmus ve Iran yoluyla Osmanlilar'a geçmistir. Batida ebru “Türk Kâgidi” diye adlandirilir.
Ebrunun Yapilmasi : Ebrunun yapilisi oldukça zevkli ve sabir isteyen bir istir. Önce uygun bir kâgit seçmek gerekir. Çünkü her kâgida ebru yapilmaz. Kâgit, boyayi iyice emecek nitelikte ve dayanikli olmalidir. Eskiden hattatlar (güzel yazi ustalari) yazi yazmak için yüzeyine “ahar” denen özel karisimli (nisasta ve yumurta aki) bir sivi sürülen ve bu yüzden “aharli” denilen kâgit türünü yeglerlerdi. Ebrucular ise bu tür kâgitlar boyayi iyi emmedigi için “aharsiz” da denen ham kâgit kullanirlardi.
Ebru yapmak için genellikle dikdörtgen biçiminde, büyükçe ve yayvan bir tekne gerekir. Geven denilen otun gövdesinden elde edilen ve beyaz renkli bir tür zamk olan kitre, belli bir oranda, suyla bir kabin içinde karistirilir. Kitre yerine salep, keten tohumu, ayva çekirdegi, gazyagi gibi birçok degisik madde de kullanilmaktadir. Kitre ile yapilan bu karisim 12 saat kadar bekletilir ve zaman zaman karistirilir. Kitre bu süre sonunda erir ve karisim boza kivamini alir. Daha sonra küçük fincanlarda ebru için boya hazirlanir. Bu amaçla kullanilacak boya çok ince toz haline getirilmeli ve suda eriyip dagilmayan bitkisel ve kimyasal boyalardan olmamalidir. Fincanda su ile iyice karistirilarak sivilastirilan boyalara ayrica iki kahve kasigi taze sigir ödü katilir. Bu islemin amaci iyice ezilmis boyanin dibe çökmeden yüzeyde kalmasini saglamaktir. Bu biçimde hazirlanan degisik renkteki boyalar özel tekneye bosaltilmis olan boza kivamindaki sivinin yüzüne serpilir. Yüzeyde birikintiler halinde kalan bu boyalar daha sonra tahta bir çubukla karistirildiginda ya da yayildiginda sasirtici ve ilginç desenler ortaya çikar. Ayrica hazirlayanin istegine göre belli desenler de elde edilebilir. Bu desenlerin üzerine yatirilan özel kâgit, 5-10 saniye sonra, iki ucundan tutularak kaydirmadan ve oynatmadan, kitap sayfasi açar gibi bir yana dogru kaldirilir. Kâgit, boyali tarafi üste gelmek üzere uygun bir yere serilerek kurutulur. Böylece ortaya binlerce ayrinti ve renk tasiyan desenler çikar. Eger, bu desenlerin arasina bir yazi ya da herhangi bir çiçek motifi yerlestirilmek istenirse, baska bir yöntem uygulanir. Yazi ya da motif, bir kâgida yazilir ya da çizilir. Keskin bir araçla kenarlari kesilip kalip çikartilir ve ebru kâgidina zayif bir yapistirici ile yapistirilir. Kâgidin, yapistirilan desenin bulundugu yüzeyi yukarida anlatildigi gibi teknenin içine yatirilir. Elde edilen ebru kuruduktan sonra, hafifçe yapistirilmis olan bölüm sökülünce yazi ya da motiflerin yerleri bos kalir. Bu yöntem hattat ve ebru ustasi Necmeddin Okyay (1883-1976) tarafindan bulundugu için bu yöntemle yapilan ebrulara “Necmettin Ebrusu” denir. Ebrunun “battal ebru”, “tarakli ebru”, “çiçekli ebru” gibi daha birçok türü vardir.
Ebru ciltçilikte ve hattatlikta çok kullanilirdi. Bazen elde edilen ilginç ve güzel desenler bir tablo görünümünde oldugu için bu amaçla da kullanildigi oldu. Türkler'den Hatip Mehmed Efendi (18.yüzyil), Seyh Sadik Efendi (19.yüzyil), Bekir Efendi (20.yüzyil baslari) gibi çok usta ebru sanatçilari yetismistir.
Tezhip : Eski bir süsleme sanatidir. Sözcük Arapça'da “altinlama, yaldizlama” anlamina gelir. Ama tezhip yalniz altinla degil boya ile de yapilir. Daha çok yazma kitaplarin sayfalarini, hat levhalarinin kenarlarini süslemede kullanilmistir. Tezhip doguda oldugu kadar batida da uygulama alani bulmus bir sanattir. Özellikle ortaçagda Hiristiyanlik'in kutsal metinlerini, dua kitaplarini süslemede yogun biçimde kullanilmistir. Ama zaman içerisinde kitaplarda da resim öne çikmis, tezhip yalnizca basliklardaki büyük harfleri süslemekle sinirli kalmistir.
Türkler'de tezhibin geçmisi Uygurlar'a kadar uzanir. Mani dininin Uygurlar arasinda yayildigi 9. yüzyilda tezhip sanati da görülmeye baslanmistir. Bu dönemde Islam ülkelerinde de tezhip yaygin bir sanatti. Anadolu'ya Selçuklular'in getirdigi tezhip en geliskin dönemini Osmanlilar zamaninda yasamistir. 15. yüzyilda Misir'da Memlûk sanatçilari ayri bir üslup gelistirmisler, ayni dönemde Iran'da ve ardindan Timurlular'in egemen oldugu Herat, Hive, Buhara, Semerkant gibi merkezlerde tezhip sanati büyük gelisme göstermistir. Herat'ta gelistirilen üslup daha sonra da Iran tezhip sanatini büyük ölçüde etkilemistir. Osmanli sanatçilari da 15.-16. yüzyillarda Iran'la artan iliskiler sonucunda Herat Okulu'nun birçok özelligini yapitlarinda kullanmis, yeni biresimler yaratmislardir. 18. yüzyilda Osmanli tezhip sanati gerilemeye yüz tutmus, klasik motiflerin yerini kaba süslemeler almaya baslamistir. 19. yüzyilda ise sanatin hemen her alanini saran bati etkisi tezhibe de yansimis, örnegin Klasik dönemde tek olarak kullanilan çiçek motifleri vazolar, saksilar içinde buketler halinde görülür olmustur.
Tezhipte temel malzeme altin ya da boyadir. Altin, dövülerek ince bir tabaka haline getirilmis varak olarak kullanilir. Altin varak su içinde ezilip jelatinle karistirilarak belli bir kivama getirilir. Boya ise genellikle toprak boyalardan seçilirdi. Sonralari sentetik boyalar da kullanilmistir. Tezhip sanatçisi (müzehhip) bir kâgidin üstüne çizdigi motifi önce sert bir simsir ya da çinko altligin üstüne koyarak çizgileri noktalar halinde igneyle deler. Sonra bu delikli kâgidi uygulanacagi zeminin üstüne koyarak delikleri yapiskan bir siyah tozla doldurur. Delikli kâgit kaldirildiginda motifin uygulanacak zemine çiktigi görülür. Bu motif iyice belirginlestirilip altinla ya da boyayla doldurularak tezhip meydana getirilir.
Hat Sanati . Hat sanati denilince Arap harfleri çevresinde olusmus güzel yazi sanati akla gelir. Bu sanat Arap harflerinin 6.-10. yüzyillar arasinda geçirdigi uzunca bir gelisme döneminden sonra ortaya çikmistir. Türkler, Müslüman olduktan ve Arap alfabesini benimsedikten sonra uzun bir süre hat sanatina herhangi bir katkida bulunmamislardir. Türkler hat sanatiyla Anadolu'ya geldikten sonra ilgilenmeye basladilar ve bu alanda en parlak dönemlerini de Osmanlilar zamaninda yasadilar. Yakut-i Mustasimi'nin Anadolu'daki etkisi 13. yüzyil ortalarindan baslayip 15. yüzyil ortalarina kadar sürdü. Bu yüzyilda yetisen Seyh Hamdullah (1429-1520) Yakut-i Mustasimi'nin koydugu kurallarda bazi degisiklikler yaparak Arap yazisina daha sicak, daha yumusak bir görünüm kazandirdi. Türk hat sanatinin kurucusu sayilan Seyh Hamdullah'in üslup ve anlayisi 17. yüzyila kadar sürdü. Hafiz Osman (1642-98) Arap yazisina estetik bakimdan en olgun biçimini kazandirdi. Bu tarihten sonra yetisen hattatlarin hepsi Hafiz Osman'i izlemislerdir.
Türkler alti tür yazi (aklâm-i sitte) disinda, Iranlilar'in buldugu tâlik yazida da yeni bir üslup yarattilar. Önceleri Iran etkisinde olan tâlik yazi 18. yüzyilda Mehmed Esad Yesari (ölümü 1798) ile oglu Yesarizade Mustafa Izzet'in (ölümü 1849) elinde yepyeni bir görünüm kazandi. Türk hat sanati 19. yüzyilda ve 20. yüzyil baslarinda da parlakligini sürdürdü, ama 1928'de Arap alfabesinden Latin alfabesine geçilince yaygin bir sanat olmaktan çikip yalnizca belirli egitim kurumlarinda ögretilen geleneksel bir sanat durumuna geldi.
Yazi Türleri : Hat sanatinin dogdugu dönemde ortaya çikan alti tür yazi ile Iranlilar'in buldugu tâlik disinda baska birçok yazi türü daha vardir. Bunlarin bir bölümü fazla yayginlasamamis, bir bölümü de belli alanlarda kullanilmistir. Örnegin Türkler'in gelistirdigi divani yazi yalnizca Divan-i Hümayun'da yazilan önemli belgelerde, yazilmasi ve okunmasi özel egitim gerektiren siyakat ise mali kayitlarda kullanilmistir. Kolay yazildigi için günlük yasamda yaygin olarak kullanilan bir yazi türü olan rik'a da 19. yüzyilda sanat yazisi durumuna gelmistir. Rik'a ile alti yazi türünden biri olan rika birbirine karistirilmamalidir.
Hat sanatinda yazilar büyüklüklerine göre de farkli adlarla anilirdi. Duvarlara asilan levhalarda, cami, türbe gibi dinsel yapilardaki kusak ve kubbe yazilarinda, her tür yazitta kullanilan ve uzaktan okunabilen yazilara iri anlaminda celi adi verilirdi. Daha çok sülüs ve tâlik yazinin celisi kullanilmistir. Alisilmis boyutlardan daha küçük harflerle yazilan yazilara hurde, gözle kolay seçilemeyecek boyuttaki yazilara da gubari (toz) denilirdi.
Yazi Araç Gereçleri : Hat sanatinda da yazinin temel araci kalemdir. Hat sanatinda kalem olarak daha çok kamis kullanilirdi. Kamisin ucu yazilacak yazinin kalinligina göre makta denilen sert maddelerden yapilmis altligin üstünde egik olarak tutulur ve kalemtiras olarak adlandirilan özel bir biçakla yontulurdu. Celi yazilar ise agaçtan yapilmis kalin uçlu kalemlerle yazilirdi. Çok ince yazilar için madeni uçlar da kullanilmistir. Hat sanatinda kullanilan mürekkep de özel olarak hazirlanirdi. Yagli isin çesitli katki maddeleriyle karistirilmasiyla elde edilen bu mürekkep akici biçimde yazi yazmayi saglar, yanlis yazma durumunda da kolayca silinirdi. Hat sanatinda kullanilan kâgitlar da özeldi. Mürekkebi emip dagitmamasi, kaleme akicilik saglamasi için kâgitlar âhar denilen bir maddeyle saydamlastirilirdi.
Hat Egitimi : Hat sanatiyla ugrasan kisiye “güzel yazi yazan sanatçi” anlamina gelen “hattat” adi verilir. Hattatlar yüzyillar boyu usta-çirak iliskisi içinde yetismislerdir. Hat sanatini ögrenmeye heveslenen kisi bir hattattan ders alirdi. Baslangiçta alistirma niteliginde çalismalara dayanan ve “mesk” adi verilen bu dersler tek tek harflerin yazilisinin ögrenilmesiyle baslar, harflerin birlesme biçimleriyle, sözcüklerin ve tümcelerin yazilis tarzlarinin ögrenilmesiyle sürerdi. Ortalama üç bes yil kadar süren bu egitimin sonunda hattat adayi iki ya da üç hattatin önünde yazi yazarak bir çesit sinav verirdi. Hattatlar bu yaziyi begenirlerse altina imzalarini koyarlardi. Buna, basari ya da izin belgesi anlamina gelen “icazetname” adi verilirdi. Icazetname almamis kisi hattat sayilmaz, dolayisiyla yazdigi bir yazinin altina adini koyamazdi.
Minyatür . Çok ince islenmis ve küçük boyutlu resimlere ve bu tür resim sanatina verilen addir. Ortaçagda Avrupa'da elyazmasi kitaplarda bas harfler kirmizi bir renkle boyanarak süslenirdi. Bu is için, çok güzel kirmizi bir renk veren ve Latince adi “minium” olan kursun oksit kullanilirdi. Minyatür sözcügü buradan türemistir. Bizde ise eskiden resme “nakis” ya da “tasvir” denirdi. Minyatür için daha çok nakis sözcügü kullanilirdi. Minyatür sanatçisi için de “resim yapan, ressam” anlamina gelen nakkas ya da musavvir denirdi. Minyatür daha çok kâgit, fildisi ve benzeri maddeler üzerine yapilirdi. Minyatür, dogu ve bati dünyasinda çok eskiden beri bilinen bir resim tarzidir. Ama minyatürün bir dogu sanati oldugunu, batiya dogudan geldigini ileri sürenler vardir. Dogu ve bati minyatürleri resim sanati yönünden hemen hemen birbirinin ayni olmakla birlikte renk ve biçimlerde, konularda ayriliklar görülür. Minyatür, kitaplari resimlemek amaciyla yapildigindan boyutlari küçük tutulmustur. Bu ortak bir özelliktir. Dogu ve Türk minyatürlerinin bazi baska özellikleri de vardir. Bu minyatürlerin çevresi çogu kez "tezhip“ denen bezemeyle süslenirdi. Minyatürde suluboyaya benzer bir boya kullanilirdi. Yalniz bu boyalarin karisiminda bir tür yapiskan olan arapzamki biraz daha fazlaydi. Çizgileri çizmek ve ince ayrintilari islemek için yavru kedilerin tüylerinden yapilan ve "tüykalem“ denen çok ince firçalar kullanilirdi. Boyama isi için de çesitli firçalar vardi. Resim yapilacak kâgidin üzerine arapzamki katilmis üstübeç sürülürdü. Renklere saydamlik kazandirmak için de bu yüzeyin üzerine bir kat da altin tozu sürüldügü olurdu.
Bilinen en eski minyatürler Misir'da rastlanan ve IÖ 2. yüzyilda papirüs üzerine yapilan minyatürlerdir. Daha sonraki dönemlerde Yunan, Roma, Bizans ve Süryani elyazmalari'nin da minyatürlerle süslendigi görülür. Hiristiyanlik yayilinca minyatür özellikle elyazmasi Incil'leri süslemeye basladi. Avrupa'da minyatürün gelismesi 8. yüzyilin sonlarina rastlar. 12. yüzyilda ise minyatürün, süslenecek metinle dogrudan dogruya ilgili olmasi gözetilmeye ve yalnizca dinsel konulu minyatürler degil dindisi minyatürler de yapilmaya baslandi. Baski makinesinin bulunusuna kadar Avrupa'da çok güzel ve görkemli minyatürler yapildi. Bundan sonra minyatür daha çok madalyonlarin üzerine portre yapmak için kullanildi. 17. yüzyildan sonra fildisi üzerine yapilan minyatürler yayginlasti. Daha sonra minyatür sanatina karsi ilgi azalmakla birlikte dar bir sanatçi çevresinde geleneksel bir sanat olarak sürdürüldü. Selçuklular döneminde de minyatüre önem verildi. Selçuklular'in Iran ile iliskileri nedeniyle minyatür sanati Iran etkisinde kaldi. Mevlana'nin resmini yapan Abdüddevle ve baska ünlü minyatür sanatçilari yetisti. Osmanli Devleti döneminde ise 18. yüzyila kadar Iran ve Selçuklu etkisi sürdü. Fatih döneminde, padisahin resmini de yapmis olan Sinan bey adli bir nakkas, II. Bayezid döneminde de Baba Nakkas diye taninan bir sanatçi yetisti. 16. yüzyilda Reis Haydar diye taninan Nigarî, Naksî ve Sah Kulu ün yaptilar. Gene ayni dönemde, Bihzad'in ögrencisi olan Horasanli Aka Mirek de Istanbul'a çagrilarak saraya basnakkas (basressam) yapilmisti. Mustafa Çelebi, Selimiyeli Resid, Süleyman Çelebi ve Levnî 18. yüzyilin ünlü nakkaslaridir. Bunlardan Levnî, Türk minyatür sanatinda bir dönüm noktasidir. Levnî, geleneksel anlayisin disina çikti ve kendine özgü bir biçim gelistirdi. 19. yüzyil baslarinda yenilesme hareketleriyle birlikte minyatürde de bati resim sanatinin etkileri görüldü. Minyatür yavas yavas yerini bildigimiz anlamda çagdas resme birakmaya basladi. Ama batida oldugu gibi ülkemizde de geleneksel bir sanat olarak varligini sürdürmektedir.