Gaziosmanpaşa üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi öğdetim üyesi Prof. Dr. Osman Çakmak'ın makalesi
EĞİTİM “NASIL ŞARTLANDIRIYOR”?
'Öteki’ne saygı duymayan, kendi ideolojisi dışındaki düşünceleri yok sayan dahası kendisinden farklı düşünenlere hayat hakkı tanımayan kutuplaşmalar Türkiye’de giderek artıyor… İdeolojik, zihinsel, kültürel ya da ‘ben böyle düşünüyorum’ şartlanmasının yarattığı gerginliklerin yapılacak listesi herhalde bir hayli uzun olacaktır. Ben o konudaki her gün yaşadığımız ve hepimizin bildiği ön yargılı yaklaşım ve kavga örneklerini tekrarlamayacağım. İnsanın düşünce yapısını uygulanan eğitime bağlı olarak teşekkül ettiğine göre bir eğitimci olarak şu aşamada beni ilgilendiren uyguladığımız “öğrenme metodu”nun niteliği ve şekli olmaktadır.. Anlamadan araştırmadan hareket eden, ön yargılı ve davranışları önceden tahmin edilebilen tepkisel bir toplum “hangi öğrenme metodunun” ürünü olmaktadır?
Nasıl bir eğitim ki temel karakteristiği soru sormayan, yalnızca itaat eden, yani çizmesinin boyunu aşmayan tek tip insan yetiştiriyor? Gençlerimiz neden sınırlı kavramlara ait değer yargılarının kurbanı haline geliyor ve hayatı ve olayları at gözlüğü ile (neredeyse açısız) seyretmeye başlıyor ve düşünemeyenler haline geliyor?
Ülkemizde Eğitim Gerçeği
İnsanın düşünce sistemi alınan eğitimin bir sonucu olarak teşekkül ettiğine göre öncelikle ülkemizde eğitimin hangi varsayımlar üzerine kurulduğuna bakmalıydık
Uyguladığımız eğitimin temeline inersek her ne öğretiliyor ise birer “mutlak doğru” olarak öğretildiğini ve çocuk ve gençlerimizin, doğruların tek ve sadece kendilerine belletilenlerden ibaret olduğu yolunda “şartlandırıldığını” görebiliriz. Bilginin kullanılmasının öğretilmesi yerine tekrarlanması ve önemsenmesi onu adeta kutsallaştırmaktadır. Gençlerin kişiliği üzerinde etki bırakan neredeyse tek şey, üzerinde düşünülmeden ezbere tekrarlanan basma-kalıp yargılar ve sloganlarla hareket eden toplum yapısı oluşturmaktadır. Bütün ‘çağdaşlık’, ‘akılcılık’ ve ‘aydınlanmacılık’ iddialarına rağmen bu eğitim tarzı insanlarımızda skolastik bir zihniyeti besleyip büyüten bir zemin oluşturmaktadır.
Bu o kadar etkili bir mekanizmadır ki, o gençlerin çoğu ‘yetişkin’ haline geldiklerinde bile aynı psikolojiyi korumakta ve alıştırıldığından farklı bir söz veya düşünceyi duyduklarında, kişiliklerine saldırılmışçasına şiddetli tepkiler vermektedirler. Çünkü okulda kendilerine belletilenler öylesine kişiliklerinin bir parçası haline geliyor ki ileriki yaşlarında bile farklı görüşlerle karşılaşmaları onlarda adeta ekzistansiyel bir kriz oluşturmakta, kendi fikirlerinin fanatiği haline getirmektedir.
Şartlanıyor muyuz?
Şartlandırma! Tepkisel öğrenme. Öğrenmenin en ilkel biçimiydi. Hayvanlara bir davranış kazandırmada kullanılan metot!. Peki nasıl olmuştu da hayvanlarda davranış kazandırma yöntemi ülkemizde temel öğrenme metodu haline gelmiş ve baş köşeye oturmuştu?
Sebep-sonuç ilişkileri sorgulanmadan, hatta fark edilmeden kurulmuşsa o zaman kaçınılmaz bir şekilde “şartlı öğrenmenin” içindeyiz demektir. Eğitim adına yapılan şudur aslında: Bir takım gerçekler ve “şey”lerin adı öğretiliyor. Sonra da kendi geliştirdiğimiz testlerle, yüklenilen bilginin ne kadarını aldıklarını değerlendirilip ölçülüyor. Okullarımızda, özellikle hazırlık kurslarında, adeta düşünmeden ve zahiri bir kaç emareye göre reaksiyon gösterme melekesi kazandırılır. Bu yetiştirilme tarzını tahlil ettiğimizde şartlı refleks stratejisinin ağırlık kazandığını görmek zor olmasa gerek. Öğrenci bazen zorlanarak bazen motive edilerek öğrenmek istenilenleri bellemeye yönlendirilir. Tekerlemeler yoluyla hatırlayarak belleme, anahtar sözcüklerin bellenip onların çağrışımlarıyla bütünün bellenmesi, benzerlerin bellenmesi yoluyla bütünün bellenmesi gibi belleme türlerinin hepsi, beynin şartlandırmaya açıklığından yararlanır.
Eğitimin en ilkel biçimi hayvan eğitimi uygulamalı psikoloji ve şartlanmadan başka bir şey değildir. İnsanın zihni fonksiyonları henüz gelişmediği bebeklik döneminde daha ziyade şartlanmaya dayalı (reflekse dayalı) öğrenme ile gelişmeye başlar. Çocuk dünyaya geldiğinde temel ihtiyaçlarını (emme, tutma) ihtiyari olarak değil, refleksi olarak yerine getiriyor. Sonra insiyaki hareketler. Sonra otomatik hale gelmiş itiyatlar (alışkanlıklar) sonra telkinli hareketler, ve nihayet iradi şuurlu hareketler.
Tüm bu hareket (davranış) çeşitleri bir çekirdeğin etrafına sarılır gibi, reflekse dayalı hareketlerin etrafına çocuk büyüdükçe sarılıyor. Tüm bunların hedefi, insanın hareketlerini iradi ve şuurlu bir noktaya taşımasıdır.
Şuurlu çabalar veya deneyimlerle edindiğimizi bilgi ve becerileri şartlanmayla pekiştiririz. Örneğin istediğimiz davranışı öğrenmeye başlar ve bu işe şuurla ve kendi irademizle götürürüz Zamanla tekrarlayarak pekiştiririz. Ancak bildiğimiz şeyleri mümkün olduğunca şuur seviyesine çıkarabiliyor; yani “açıklayabiliyor” değilsek şartlanmanın tuzağına düşmüşüz demektir. Şartlanma yolu ile öğrendiklerimizi sorgulamıyorsak zihnimiz şekillenmiştir. Sonuçta bilgilerin yanlışlığına veya değişmesi gerektiğine inanmak güç hatta imkansız hale gelecektir.
Kısacası mümkün olduğunca davranışlarımızın şuurunda olmazsak, yani öğrenme süreci ezbere-taklide, tekrara dayanıyorsa öğrendiklerimizi şartlanma yoluyla elde etmeye başlarız. Pavlov’a göre şartlı öğrenme düşüncelerin ilişkilendirilmesine değil, uyaranların ilişkilendirilmesine dayanır. Eğer bilgi, tutum ve davranışlar düşünce ile ilişkilendirilmeden, nedeni bilinmeden ve sorgulanmadan öğrenilişse ortaya şartlı öğrenme çıkar.
Sonuç olarak öğrenciye aktarılan veya onun hayal ve tasavvur dünyasına giren malumatlar, akıl süzgecinden geçirilmeden kabullenilince, öğrenciler dogmatik zihniyeti yansıtan “tek doğrulu” bakış açısına ve “Sorma! Düşünme! Körü körüne inan!” anlayışına sahip oluyorlar. Şartlanma, öğrenciyi, yalnızca ‘evet-hayır’ kesinliğiyle hâdiseleri ele almak ve öğretmek demektir ve aynı zamanda ikili mantığın ürünü olmaktadır. Halihazır uyguladığımız eğitimin temel özelliği bu olmaktadır.
Aklı devre dışı bırakıp hislerle hareket etmenin vahametini biliyoruz. Kendi doğrularının dışında doğru bulunmadığına şartlandırılan halk yığınları ülkemiz için en büyük tehdit yada tehdidin parçasını oluşturması bu yüzdendir. Kutsal sayılan değerler öne çıkarılarak hislerin tahrik edilmesi sonucu halk yığınlarını kolayca sokağa dökebilirsiniz. Geçmişte bunun acı örneklerini ziyadesi ile yaşadık. Böyle bir eğitimden geçen kalabalıklar her türlü provokasyon ve manipülasyona açık hale gelmektedir. Ve bir avuç toplum mühendisi tarafından kolayca yönlendirilebilmektedir.
Ne Yapmalıyız?
Özgürlük konusunda gelişmiş alt yapıları olan fertleri nasıl yetiştireceğiz? Bilimsel düşünceye götüren “sorgulama-tahkik - kuşku duyma” yoluyla öğrenmeyi ve “tefekkürü tahkik” mertebesine insanları nasıl çıkarabiliriz?
Bir kere daha vurguluyoruz ki Türkiye’de eğitimi “anlama ve kavrama” sürecinden çıkarıp (yada düşük seviyede tutarak) ama tekrarı ve ezberi esas haline getirmekle “şartlı öğrenme” metodunu ikame etmiş oluyoruz. Direksiyonu kilitlenmiş bir araç nasıl ki yolun bazı yerlerinde doğru gidiyormuş gibi olursa da etrafına sık sık etrafla çarpar. Ezberle merakı sönmüş doğruların tekliğine inanmış bir kişi de sürekli olarak kendi gibi düşünmeyenlerle çatışmak durumunda kalır. Bunu dini inancı, partisi, hayat felsefesi yada çağdaşlık adına yapabilir.
İnsanın en değerli iki özelliği hiç şüphesiz ki merak ve öğrenme becerisidir. Birbirine sıkıca bağlı olan bu iki yetenek aynı zamanda hayli kırılgandır. Müdahale ve dayatmaya karşı oldukça hassastır. Eğitim adı altında yapılan her türlü teşebbüste bu iki özelliğe bilhassa dikkat edilmelidir.
İnsan ihtiyaç duydukları bilgi, beceri ve davranışları, olağanüstü bir üretkenlikle öğrenebilmekte ve bu sırada çevrelerindeki tüm imkânları büyük bir beceriyle kullanabilmektedirler.
Ama bir şartla !
Kontrolün kendi elinde olduğu, eğitim sürecinin öznesi haline geldiği bir öğrenme ortamında.. Öğreticinin vazifesi ise “öğretmek” değil akla kapı açarak ve rehber ve ders arkadaşı konumunda kalabilmektir
Bilgi, camid/katı, cansız bir yapıda değildir, canlıdır o; hayat fışkırır ondan. Ona ulaşmanın,erişmenin; bilginin kendisini açmasının, sunmasının şartları vardır. Organiktir daima yenilenir, tazelenir. İhtiyaç duyma, talep öncül şartlarıdır. Bilgiye erişim için iletişime açık olmak gerekir. İletişime açıklık, doğruyu, güzeli, haklıyı birlikte aramaya hazır olmakla başlar.
Bilgileri (doğruları) öğretelim ama çoğu bilgiler onları çevreleyen şartlara bağlı olduklarından, o şartların varlığından sürekli olarak kuşku duyulması gerektiği bir eğitim felsefesi haline getirelim. Gözlem, deney, proje temelli ve senaryo destekli uygulamalarla yaparak yaşayarak öğrenmeyi ikame edelim. Dikkat edelim ki beyinlerimizin millet olarak formatlı ve zihinlerimizi kontrol altında olmaktan kurtarmanın şifresi burada.
Milli Eğitim Bakanlığının uygulamaya koyduğu yeni eğitim programları (yeni müfredat) eğer uygulanabilirse gençlerimizi “şartlanma” tuzağından kurtarma adına ümit vaat eden bir başlangıç sayılabilir. Yeter ki yozlaştırmadan ve eksikliklerini gidererek hayata geçirelim..