Gönderen Konu: Film Eleştirileri  (Okunma sayısı 5154 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı ...:::£sra:::...

  • Yönetim K.Ü
  • Sanat Kurdu
  • *
  • İleti: 7.764
  • Karizma Puanı: 2742
Film Eleştirileri
« : 13 Aralık 2008, 23:05:42 »

Üç Maymun





Yönetmen Nuri Bilge Ceylan
Oyuncular Yavuz Bingöl
Hatica Aslan
Ahmet Şungar
Ercan Kesal
Süre 109'
Yapım Yılı 2008
Dil Türkçe
Türü Dram 

Patronunun yaptığı bir kazayı üstlenen Eyüp hapse girdikten sonra karısı Hacer ile patronu Servet arasında bir ilişki başlar. Kısa bir süre sonra oğlu Hüseyin bu ilişkiyi öğrenir. Küçük zaafların büyük yalanlara dönüşerek parçaladığı bir ailenin gerçeği örtbas ederek herşeye rağmen birarada kalma çabası. Altından kalkamayacağı acılara ya da sorumluluklara maruz kalmamak adına gerçeği bilmek istememek, onu görmemek, duymamak, hakkında konuşmamak ya da günümüz tabiriyle “Üç Maymun”u oynamak, onun varolduğu gerçeğini ortadan kaldırır mı?

eleştiri-


Nuri Bilge Ceylan başyapıtı “Uzak”a kadar filmografinde kesintisiz bir tutarlılık sağlamış, küçük kasaba insanının sıkışmışlığı ile çıktığı yolda kent insanının kendisine ve başkalarına olan uzaklığına kadar ilerlemişti. Ne var ki Ceylan, “İklimler” ile birlikte bu temalardan biraz uzaklaşmaya başladı. Kendisine yöneltilen “bir şey anlatmıyor” eleştirilerinden mi yoksa son iki filmde gölgesi fazlasıyla hissedilmeye başlanan karısının etkisinden mi bilinmez, Ceylan sinemasında yalnız ve suskun erkeklerin (Muzaffer Özdemir) yerini görece daha çok konuşan (bir o kadar da daha az şey anlatan) karakterler almaya başladı.

Ceylan, şimdilik son filmi olan “Üç Maymun”da pek de özgün olmayan bir öykü ile çıkıyor seyirci karşısına. Hatta öykünün çıkış noktasıyla Yılmaz Güney’e (Baba), sonuçlarıyla da Haneke’ye (Benny’s Video) benzediğini söylemek mümkün. İlk bakışta birbirleriyle alakasız görünen bu iki kutup, “Üç Maymun”daki temel çelişkiyi kavrayabilmek adına kilit bir öneme sahip. Patronunun suçunu üstlenen (şimdilik) ahlaklı bir alt sınıf ailenin öyküsü üzerinden, Bunuel ve Haneke gibi yönetmenlerin burjuva ahlakı ile özdeşleştirdiği yozluğa (görmedim, duymadım, söylemedim) vurgu yapmaya çalışmak bu çelişkinin özünü oluşturuyor. Kısacası “Üç Maymun”u oynamak filmdeki ailenin sınıfsallığı ile fazlasıyla çelişiyor. Çünkü bu değerde bir film sınıfsal/etik/toplumsal bir eleştiri taşımadığı vakit, basit bir ihanet öyküsüne kesinlikle “fazla” geliyor.

Zaten filmin en temel problemi de Ceylan’ın bu senaryo için “fazla” iyi bir yönetmen olması. Zira karşımızda yönetmenlik sanatının kusursuz bir örneği var. Çünkü Ceylan bu filmle artık görüntü yaratma eyleminde tüm dünyada eşine az rastlanır bir yeteneğe sahip olduğunu ispatlamış durumda. Örneğin sarı tonlarda başlayan filmin giderek grileşmesi durumunu; kahramanlarımızı ter içerisinde bırakan sıkıntılı sıcakların ardından (tüm kir ve günahları arındıracak olan) filmin sonunda yağmur yağması simgeselliğinde düşünürsek, Ceylan biçim ve içerik arasında aslında mükemmel bir bağlantı yakalamış durumda. Tren yoluna paralel, önü aydınlık-arkası karanlık ve enine dar binanın zihinlere kazınan görüntüsü, Hacer’in Servet’e yalvardığı sahne veya adeta çizgileri hareket eden bir tablo niteliğindeki kapanış sekansı gibi; anlatılamayacak, sadece görünce kıymeti bilinebilecek cinsten anlar Ceylan’ın biçimsel yeteneklerine birkaç örnek.

Fakat her ne kadar harikulade bir estetiğe ve az önce de söylediğimiz gibi biçim ve içerik arasında sıkı bir bağlantıya sahip olsa da “Üç Maymun” öykü açısından biraz eksik bir film. Karakterlerin arasındaki sakat ilişkiler ve filmin kurgusundaki atlamaların da bu eksiklikle birleşmesi yüzünden film basit bir ihanet öyküsüne dönüşüveriyor. Bu durum da biçim ve içeriğin arasında hiyerarşik açıdan bir dengesizlik yaratıyor. Üstelik bununla da yetinmiyor, anlamlarla dolmayan büyük boşluklar seyirciyi de yabancılaştırıyor. Servet’le olan ilişkisinde Hacer’in neyi aradığı, güdük bir şekilde Japon korku filmlerinden fırlamışa benzeyen çocuğun ölümünün aile üzerindeki olumsuz etkisi ya da ailedeki kopuk iletişimin nedenleri gibi Ceylan’ın göstermeyi/açıklamayı tercih etmediği her şey de bu yabancılaşmayı besliyor.

Sonuç olarak “Üç Maymun” için, Ceylan’ın sinema alanında tam bir yetkinlik kazandığının ve kafasında iyi bir fikir olmadığında dahi bir filmi kotarabileceğinin basit bir kanıtı diyebiliriz. Eğer kadrosunu medyatik isimlerden arındırıp, kafasında özgün bir fikirle ve bu filmde bizleri hayran bırakan Ahmet Şungar ve Ercan Kesal gibi oyuncularla yola devam ederse Ceylan bize çok daha büyük filmler izletecektir.


http://www.cinefan.net/?p=kritik_ayrinti&id=156
« Son Düzenleme: 13 Aralık 2008, 23:12:25 Gönderen: ...:::£sra:::... »
çok çalışmak zamanı

Çevrimdışı ...:::£sra:::...

  • Yönetim K.Ü
  • Sanat Kurdu
  • *
  • İleti: 7.764
  • Karizma Puanı: 2742
Rogue / Timsah: Nehrin Dişleri
« Yanıtla #1 : 13 Aralık 2008, 23:08:23 »
Rogue / Timsah: Nehrin Dişleri



Yönetmen Greg Mclean
Oyuncular Michael Vartan
Radha Mitchell
Sam Worthington
Mia Wasikowska 
Süre 92'
Yapım Yılı 2007
Dil İngilizce
Türü Aksiyon 

Amerikalı bir gezi yazarı olan Pete, Avustralya’nın yakın zamanda gözde bir turistik bölgeye dönüşen Kuzey Bölgesi hakkıdna bir yazı hazırlıyordur. Çıktığı bir nehir turu, güzel tur rehberi Kate sayesinden başlandıçta keyifli bir yolculuktan ibaretken; teknelerinin bölgede yaşayan timsahlardan birinin saldırısına uğraması ile tam bir kabusa dönüşür. Teknelerinin batan grup, yakındaki küçük bir kara parçasına sığınır. Ancak glegitli nehrin suları, gün batımı ile yükselecektir. Ve onları sadece birer av olarak gören timsah, sandıklarından hem çok daha büyük, hem de çok daha zekidir.

“Sürüden ayrılmış ve bir bölgeyi kendine maletmiş bir timsahın, Kuzey bölgesinde balıkçı teknelerine saldırdığına dair bir haber gördüğümü hatırlıyorum. O hikaye beni çok etkilemişti. Timsah: Nehrin Dişleri’nin en büyük esin kaynaklarından biri de bu oldu. Habere göre, Eylül 1978 ve Temmuz 1979 arasında, bölge halkının “sweetheart” adını taktığı çok büyük bir erkek timsah, balıkçı teknelerine birçok saldırıda bulunmuştu.” Greg Mclean

eleştiri-

Dijital teknolojinin hızla gelişmesi bazı alanlarda film maliyetlerini oldukça düşürerek, özellikle korku gibi Kuzey Amerika’nın tekelinde olan türlerde tüm dünyadan iyi örnekler sunulabilmesini sağladı. Sadece birkaç yüz bin dolar bütçe ile çekilen bu filmler tüm dünyada büyük hasılatlar yaparak yeni yeteneklerin de keşfini sağladı.  Örneğin ilk kez "Wolf Creek" ile karşımıza çıkan Greg Mclean de 2005 yılında Avustralya’dan başlayan ve tüm dünyadaki korku severleri peşinden sürükleyen büyük bir heyecan fırtınası koparmıştı. Genç yönetmen yine Sony HDW-F900 kamera ile çekilen ama bu kez ilk filmin 20 katı maliyete mal olan büyük bir prodüksiyon ile çıktı karşımıza: “Rogue”.

Tamamen bir alttür başyapıtı olan “Rogue”, "Creature from the Black Lagoon" (gölden çıkan canavar imgesi) ve “Crocodile Dundee” (Avustralya’da timsahla mücadele) filmlerinden kırma yapısıyla Mclean’in sinemasında sıklıkla eski filmlerden beslendiğinin basit bir örneği aslında. Ayrıca konu ve anlatım itibariyle de hemen akla “Jaws”ı getiriyor. Ancak Mclean tüm benzerlikleri kendi özgünlüğü ile harmanlayarak çalıştığı için modası geçmiş canavar filmi alanında bu derece eşsiz bir film yapabilmeyi başarıyor.

Filmin henüz başında “sıcak ve sinek dolu” bir alana yeni gelen şehirli adam karakteri, yine Amerikan korku sinemasında güneye giden kuzeyli turistler imgesine referans veriyor. Ayrıca “U-Turn” gibi başlayan filmin kısa bir süre içinde “Deliverance”e evrildiği gözlerden kaçmıyor. Küçük bir tekne ile çıktıkları yolculuğa kan bulaşan turistlerin yaşadıkları – “Wolf Creek”teki katliamları da göz önünde bulundurursak-  Mclean’in Avustralya turizmini baltalamaya çalıştığı esprilerine neden oluyor. Filmde vahşi doğaya karşı şehirlilerin mücadelesi işte bu şekilde başlıyor.

Mclean kır ve kentli çatışmasına başlamadan evvel  kendine has environmentalist bir fon tutturuyor. Vahşi doğanın tüm zarafetini sabırla betimleyen yönetmen, asıl öyküye girmeden evvel seyircisini nitelikli bir meditasyona sokuyor.  Bu bölümlerde oluşan iç huzur beklenmedik bir saldırı ile bozulunca filmin kalan kısımlarında reflekslerimiz daha duyarlı ve gerilimin etkisi iki katına çıkmış oluyor. “Wolf Creek”te de öyküye girmek için (hiç) acele etmediğini düşünürsek, bu anlatıya Mclean sinemasında daha sık rastlayacağımızı şimdiden söyleyebiliriz.

Timsah’ın saldıraya geçtiği ve kahramanlarımızın küçük bir adada mahsur kaldığı ikinci bölümse, gelgit nedeniyle mekanın ve dolayısıyla zamanın daralıyor olması nedeniyle gerilimi ayakta tutan bir tempoya sahip. Timsah’ın aralıklarla saldırıya geçmesi irkilme duygusunun hiç dinmemesini sağlarken, hayvanın saldırma hızı da şok etkisi yaratmayı başarıyor. Grup üyelerinin yaşadığu dehşet duygusu inandırıcı olmayan seviyelerde hafif kalsa da, gecenin çökmeye başlaması ile bu bölümlerde filme ağır bir klostrofobi duygusu hakim olmaya başlıyor.

Ancak bu klostrofobi duygusunun depresif bir hale dönüştüğü an hiç şüphe yok ki, kahramanımızın bir ağacın kavuğundan timsah yuvasına düştüğü bölüm. Yönetmenin de deyimiyle “tam bir mühendislik ve sanat yönetimi harikası” olan mağarada yapılan çekimlerde Timsah’ı daha yakından görme şansını (!) yakalıyoruz. Timsahla burun buruna olduğumuz korku dolu bu anlar - hikayenin bu bölümdeki zorlamalığı dışında- kusursuz bir sinema deneyimi yaşatıyor. Baş erkeğin baş kadını kurtarması klişesi yerine filmin daha karamsar bir anlatıya doğru akması ilk tercihimiz olsa da mağara sahnesi ile Mclean’in piyasa standartlarını oldukça yukarıya çektiğini söylemek mümkün. Ve tabii eğer hâlâ Avustralya’da gezmek isteyen kalırsa Mclean’in “Not Quite Hollywood” diskurunu daha ileriye götüreceğini söylemek de…

http://www.cinefan.net/?p=kritik_ayrinti&id=149
« Son Düzenleme: 13 Aralık 2008, 23:11:19 Gönderen: ...:::£sra:::... »
çok çalışmak zamanı

Çevrimdışı ...:::£sra:::...

  • Yönetim K.Ü
  • Sanat Kurdu
  • *
  • İleti: 7.764
  • Karizma Puanı: 2742
The Dark Knight / Kara Şövalye
« Yanıtla #2 : 13 Aralık 2008, 23:10:23 »


Yönetmen Christopher Nolan
Oyuncular Christian Bale
Maggie Gyllenhaal
Heath Ledger
Gary Oldman
Süre 152'
Yapım Yılı 2008
Dil İngilizce
Türü Aksiyon 

Kahramanımız Batman, serinin bu filminde suçlulara karşı savaşını daha da ileriye götüyor. Batman, Teğmen Jim Gordon ve Bölge Savcısı Harvey Dent’in de yardımlarını alarak, şehir sokaklarında kol gezen suç örgütlerinden geriye kalanların da kökünü kazımaya girişmiştir. Bu ortaklığın suçluların korkulu rüyasına dönüşmesi uzun sürmeyecektir. Daha önce de Gotham’ı dehşete boğan suç dehası Joker, yine ortaya çıkar ve şehri yine karmaşaya sürükler. Batman, Teğmen Gordon ve Savcı Dent, şimdi Joker’e karşı bir kez daha güçlerini birleştirirler...

'Batman Begins'in devamı olan "The Dark Knight" yönetmen Christopher Nolan ile Batman/Bruce Wayne rolünü bir kez daha üstlenen yıldız oyuncu Christian Bale’i tekrar bir araya getiriyor. Filmin baş kötü adamı Joker’ı canlandıran genç aktör Heath Ledger filmin çekimlerinden kısa bir süre sonra evinde ölü olarak bulunmuştu.

eleştiri-

Çektiği her filmle çıtayı biraz daha yukarı çekerek, kendi jenerasyonu içerisinde en yetenekli yönetmenlerden biri olduğunu ispat eden Christopher Nolan yönetmenliğe başladığında Joel Schumacher’in son rezilliği "Batman & Robin" yerden yere vurulmakta, seyirci neredeyse bir daha bir Batman filmi izlemek istememekteydi. Fakat yıllar sonra Nolan, "Batman Begins" ile seriye bir iade-i itibarda bulunmuş, beyazperdede o güne dek yüzeysel bir kahraman kalmış olan Batman’i tüm geçmişiyle birlikte peliküle aktarmıştı.

Nolan, “Batman Begins”te kahramanımızın kimliğini filmin bir parçası haline getirse de, bu kez filmi Batman serisinin en önemli unsurlarından olan kötü adamlar açısından zayıf bularak eleştirmiştik. Her geçen gün yönetmenlik işinde daha da ustalaşan Christopher Nolan, “The Dark Knight”ta bu kez filmine sinema tarihinin en etkileyici kötü adam portlerinden birini ekleyerek çıktı karşımıza. Dolayısıyla, adeta sinema dünyasına bir meydan okuma mahiyetinde olan yeni filme, kusur bulmak bu kez o kadar da kolay değil.

“The Prestige” ile ayrı öyküleri, bir entrika eksenine paralel olarak kurgulamak konusundaki yeteneklerini ispatlayan Jonathan / Christopher Nolan kardeşler, bu kez Batman’in ve Joker’in zıt karakterlerini ustalıkla karşı karşıya getiriyor ve tez antitez karşıtlığıyla inandırıcı bir sentez oluşturuyor. Kaosun ve düzenin iki temsilcisinin oluşturduğu karşıtların birliği, Gotham’ın beyaz şövalyesi Harvey Dent’in karakteri üzerinde sosyolojik bir deneye dönüşüyor ve Nolan kardeşler filmlerini bir karakter laboratuarı haline getirerek diyalektik bir dil tutturuyor. Film boyunca sahnedeki yıldızlar Batman ve Joker ikilisi olsa da, aslında “The Dark Knight”ı Harvey Dent’in Two Face’e dönüşümünün öyküsü olarak yorumlamak da yanlış olmaz bu açıdan.

Daha önce ilk “Batman” filminde Jack Nicholson’ın komik bir palyaço olarak yorumladığı Joker, “The Dark Knight”ta merhametsiz bir anarşist olarak karşımıza çıkıyor. Heath Ledger’in ölümüyle varlığı daha bir trajik hale gelen Joker bir yandan amaçsız kötülüğü ve kaosu temsil ederken, diğer yandan da Batman’in uzun süredir taşıdığı “sıradan insanlara güvensizlik” ikilemiyle yüzleşmesini de sağlıyor. İnsanların freak (ucube) olanı dışlaması ama ihtiyaç duydukları ilk anda yeniden kollarını açması çelişkisi üzerinden yapılan bu vurgu, bu filmde görece yüzeysel kalan Batman karakterinin de iç dünyasındaki çatışmaların dışavurumu oluyor. Böylece Joker karakteri herhalükarda Batman’in tamamlayıcısı oluyor.

Öte yandan karakterlerin zıtlıkları üzerinden ilerleyen hikaye, Teğmen Gordon’un adalet çabaları ve Harvey Dent’in Rachel’e olan aşkı ile çok katmanlı bir yapıya bürünüyor. Böylece film salt, Batman ve Joker’in - doyum olmaz da olsa- çatışması üzerinden ilerlemiyor ve bir zenginlik kazanıyor. Nolan kardeşlerin nitelikli senaryosu, filmdeki -biri hariç- neredeyse her nesne ve özneye bir anlam yüklemeyi beceriyor. Ancak bu “bir” hafife alınamayacak kadar önemli bir unsur, ki filmin hanesine yazılabilecek en büyük eksi puan: Gotham City.

Hemen her Batman filminde neredeyse karakterler kadar filmin bir parçası olmasına alıştığımız şehir, kimliğini bu filmde bir parça kaybediyor. Dış mekan çekimlerinin büyük kısmı, dar ve karanlık tünellerde geçiyor. Kısacası Batman’in büyük gökdelenler arasında kötüleri kovalamasına alıştığımız Gotham gecelerini bu filmde bulamıyoruz. Tüm bu soruşturma hengâmesi içinde Batman de neredeyse bir “yuvarlak masa şövalyesi” halini alıyor.

Ayrıca filmin meramını en iyi açıklayacak sahnelerden biri olan, Joker’in bomba dolu iki feribotu tehdit ettiği bölümün kesinlikle daha uzun tutulması gerekirdi. Nolan kardeşler kafalarındaki bütün fikirleri kullanabilmek adına öyküde pek çok sahneyi oldubittiye getirerek, bambaşka bir fikrin peşin düşüyor. Bu da filmin çok katmanlı bir yapıya sahip olmasının getirdiği başka bir handikap oluyor. Fakat tüm bu eleştirilere rağmen, Ledger’ın ürkütücü Joker oyunu ile şimdiden zihinlerimize kazınan “The Dark Knight” için, bugüne kadar yapılmış en iyi Batman filmi demek hiç de abartılı olmayacaktır.


http://www.cinefan.net/?p=kritik_ayrinti&id=148
çok çalışmak zamanı

Çevrimdışı ...:::£sra:::...

  • Yönetim K.Ü
  • Sanat Kurdu
  • *
  • İleti: 7.764
  • Karizma Puanı: 2742
Gespenster / Hayaletler
« Yanıtla #3 : 13 Aralık 2008, 23:15:29 »




Yönetmen Christian Petzold
Oyuncular Julia Hummer
Sabine Timoteo
Marianne Basler
Aurélien Recoing 
Süre 85'
Yapım Yılı 2005
Dil Almanca
Türü Dram 

Bir bakımevinde yaşayan Nina kendi halinde sessiz bir kızdır. İnsanlar tarafından sürekli horlandığı için içine kapanmıştır. Bir gün Toni adında çok çekici bir kızla tanışır. Kızla aralarında yakın bir ilişki başlar. Toni tutarsız davranışlarıyla, Nina'dan tamamen farklı yapıda bir kızdır. Birlikte bir mağazada hırsızlık yaptıkları bir gün Nina, orta yaşlı bir kadınla tanışır. Kadın Nina'nın annesi olduğunu, onu 3 yaşındayken kaybettiğini iddia etmektedir. Ancak genç kız ve yeni arkadaşı kadını soyup kaçarlar. Toni ile beraber olmak Nina'nın hoşuna gitse de, onun temposuna yetişememektedir. Belki de en iyi çözümün annesini bulmak olduğunu düşünür ama onu büyük bir şok beklemektedir.

Alman yönetmen Christian Petzold'un ikinci filmi olan "Gespenster" yapayalnız bir genç kızın umut ve umutsuzlukları tüm gerçekliğiyle resmediyor. Petzold'un bu çarpıcı filmi Berlin'de Altın Ayı için yarışmış, Alman Film Eleştirmenleri tarafından Yılın En İyi Filmi seçilmişti.

eleştiri-

Alman sineması ile ilgili tartışmalar genelde kısır bir döngü içerisinde, hep aynı noktada kitlenir. Fassbinder’in ölümü, Wenders’in Amerikanlaşması ve Herzog’un etkisizleşmesi bu tartışmaların temel noktasını oluşturur. Ancak dönüşümü sadece bireylere indirgemek, toplumsal değişimleri dışarıda bırakan aciz bir analizdir. ABD’nin her alanda başat güç olmaya başladığı bir dünyada, kültürün her biçimi gibi ulus sinemalarının da homojenleşmesi kaçınılmazdır. Örneğin koskoca Fransız sineması bile bugün bir aksiyon furyası içinde kıvranmaktadır. Ancak felsefe, bilim ve sanat konusunda uygarlığın lokomotifi olmuş kıta Avrupası yetiştirdiği yeni isimlerle bu bozulmaya karşı çıkmaya çalışıyor. Yeni Alman sinemasında Tom Tykwer, Christoph Hochhäusler ve Christian Petzold gibi isimler bu direnişte öne çıkan isimler oluyor.

 

Petzold’un ikinci filmi olan “Gespenster” hayaletleri, yani canlıların dünyasında tutunamayan diğer canlıları, yalnız insanları anlatan bir film. Petzold filmiyle başkarakteri arasında tamamen özdeş bir yapı kuruyor. Tıpkı Nina gibi, film de anlatacak çok şeyi olan ama içine kapanık bir dil tutturuyor. Bir anlamda olayların can alıcı heyecanı yerine durumların can evinden vurucu yanlarıyla ilgileniyor. Bu açıdan Dardenne Kardeşler’in “Rosetta” filmi gibi bu film de kendine başkarakterinin ismini seçmiş olsaydı daha uygun olabilirdi.

 

Tabii ki, Rosetta ve Nina arasında bazı farklılıklar yok değil. Dardenne Kardeşler’in filminde başkarakterimiz, üretim sürecinde yer almayanların yok edildiği günümüzün neoliberal dünyasında bir iş bularak tutunabilmeye çalışıyordu. Petzold’un karakteri ise daha en başından sistemden dışarıya şutlanmış ve canlıların (üreten ve üretime el koyanlar arasındaki ilişkilerle süren kapitalist düzen) dünyasında bir hayalet olmaya mahkum olmuştur.

 

Bu açıdan Nina’yı hayata bağlayan yegane şeyin, kız arkadaşı Toni’ye, bir burjuva erkeği tarafından el konulması bu bağlamda son derece manidar. Burjuvalar, alt sınıfların ürettiklerine el koydukları gibi, mülkiyetleri sayesinde onlara da sahip olmaya başlamışlardır. Bu noktada, Nina ve onu terk eden kız arkadaşı Toni’nin ilişkisine paralel bir şekilde ilerleyen ve filmin sonunda anlam kazanan Francoise’nun hikayesi de ayrı bir anlam kazanıyor. Küçük yaşta kaybettiği kızının acısını, muhtaç insanları kandırarak doldurmaya çalışan kadının, yapayalnız Nina’ya oynadığı kısa süreli anne rolü burjuva ahlakının kokuşmuşluğunu simgeliyor.

 

Bir önceki sahnede cüzdanını çaldığı için pişman olduğu zengin kadının göründüğü kadar da masum olmadığını öğrendiğinde sıkı bir hayat dersi almış oluyor Nina. Kendisinden görece daha deneyimli olan Toni’nin Nina’nın pişmanlığı karşısında söylediği “Yaptım çünkü karnımız aç. O ise Prada giyiyor.” sözleri alt sınıfların üst sınıflara hiçbir zaman güvenmemesi gerektiği konusunda özlü bir söz oluyor.

 

Film de sınıflar arası bu farklılıkları vurgulamak için çeşitli zıtlıklar yaratıyor zaten. Francoise ve eşinin yaşamlarına inat hayaletler gidecek yeri, giyecek kıyafetleri, yiyecek yemekleri olmayan insanlar olarak simgeleniyor. Örneğin Nina ve Toni her yere yürüyerek giderken, Francoise ve eşi filmin henüz girişinde şehre üstü açık BMW’lerinde Bach dinleyerek giriyor. Ama aynı arabayla şehirden ayrılırken geride bıraktıkları yalnız kız ise bir hayalet gibi kimsenin umurunda olmuyor.


http://www.cinefan.net/?p=kritik_ayrinti&id=146
çok çalışmak zamanı